-ÖYKÜLER-
KAÇIŞ
Şeker Bayramı’nı Ankara’daki oğlumun yanında geçirmiş, bayram sonrası İzmir’deki kızımın yanına gitmeye karar vermiştim. Torunlarımın şımarık hareketlerini ve gelinimin asık suratını daha fazla görmeye niyetim yoktu. Akşamdan valizimi hazırlayıp yatağımın yanına koydum... Amacım, sabah ev halkı uyanmadan yola koyulmaktı... Oğlumun gitme isteğime karşı çıkacağına emindim... Ya gelinim... ya torunlarım?
O gece bir türlü uyku tutmadı. Pencerenin önüne oturup, dışarıyı seyretmeye koyuldum. Kış olanca ağırlığını hissettiriyordu. Yere beyaz çarşaf gibi serilen karın ve sokak lâmbalarının aydınlattığı caddeyi seyrediyordum. Yerler cam gibiydi. Değil yürümek, ayakta durmak bile büyük hüner gerektiriyordu.
Buz tutmuş caddede alkol duvarını aşan insanlar gibi yalpalayarak geçen arabaların sesi, uzaktan duyulan ambulans sirenleri arasında dalıp gitmişim...
Pencerenin bir kanadını hafifçe aralayıp, sehpanın üzerindeki sigara paketine uzandım...
Gelinim evde sigara içmemden hoşnut değildi. Rahmetli eşim de onun gibiydi. Her sigara yakışımda söylenir dururdu. Gücendiğimi anlayınca da boynuma sarılıp, gönlümü almaya çalışırdı...
“Hey gidi Ayten Hanım hey! Keşke yaşasaydın da, yine bana kızsaydın. Senin bana kızman, beni azarlaman, canımı bunların bakışları gibi yakmıyordu... Hiç birisinin, hiç kimsenin yanına sığamıyorum. Çok mutsuzum çok... Seni ne kadar arıyorum bir bilsen... Kaldır başını da bir bak, kırk iki yıllık hayat arkadaşın ne halde? Seni ölümsüz mü sanmıştım ne, bir gün ansızın beni yalnız bırakıp gideceğin hiç aklıma gelmemişti. Biz insanlar çok nankör yaratıklarız. Bir şeyi kaybetmeden değerini anlayamıyoruz... İş işten geçtikten sonra anlamışız ne fayda? Ne vardı sanki zamansız ve bensiz gedecek? Hani evlenirken ettiğimiz yemin? İyi günde, kötü günde birbirimize destek olacaktık... Sözünde durmadın... Beni, beni anlayamayanların içinde bırakıp gittin. Sensiz hayat hiç çekilmiyor biliyor musun? Sensizliğe bir türlü alışamadım, ölümünü kabullenemedim... Belki kadınlar böyle yaşamaya alışabilir, ama bir erkeğin alışması çok güç... Birdenbire tahttan düşmek, senden olanların eline, diline bakmak meğer ne kadar zormuş...” diyerek, dakikalarca kendi kendime söylenip durdum.
Pencereden buz gibi soğuk vuruyordu. Gelini söyletmektense, üşümeye razıydım. Sigarayı derin derin somurup, nikotini ciğerlerime gönderdikten sonra dumanı Ankara’nın kirli havasına karıştırdım...
Geçmiş günleri yad ederek, gece yarısını çoktan devirmiştim. Bacaklarımın sızısı başlayınca camı kapatıp, bir hırsız sessizliği ile yatağa süzüldüm...
Gün ağarmadan ayaktaydım...
Alelacele yatağımı toparlayıp, akşamdan yazdığım notu karyolanın başına iliştirdim... Paltomu giyip, kaşkolümü takınca, geriye bir ayakkabılarımı bağlamak kalıyordu... Vakit kaybetmemeliydim…
Dışarıda kuru bir ayaz vardı. Burnum ve kulaklarım ayazı yiyince sızlamaya başladılar... Yaşlı bacaklarım beni hızla evden uzaklaştırdı... Otobüs durağına varıncaya kadar tedirgindim. Arkamdan gelip beni yolumdan döndüreceklerini sanıyordum...
İzmir’i ve torunlarımı seviyorum. Vapurla karşıya gidip gelmek, kalabalık arasına karışmak bana yalnızlığımı unutturuyor. Torunlarımla Kordon’da gezmeyi... Bostanlı’dan gün batımını seyretmeyi özlemiştim...
İstasyonun önünde otobüsten indim. Benimle yolculuk etmeye alışık fermuarı zor kapanan valizimi sıkıca kavrayıp, terminale doğru yürümeye başladım...
Bayram sonrası olduğu için, terminal ana baba günüydü. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, bilet bulamıyordum. Çok şaşkın, bir o kadar da tedirgindim... Oğlumun uyanıp, yazdığım notu okuduktan sonra peşimden gelme olasılığını düşündükçe telaşlanmaya başladım. Bir suçlu gibi kaçış nedenimi açıklayamamaktan korkuyordum. Yüzüne karşı söyleyecek bir şeyim yoktu...
Otobüslerin arasında dönüp durdum. Hiç birinde yer olmadığı gibi, hafta sonuna kadarda doluydular. Tam ümidimi yitirip, oğlum ve gelinim uyanmadan eve dönmeye karar vermiştim ki, genç bir çocuk yanıma yaklaşarak:
“Beybaba, yolculuk nereye?” diye sordu.
Bitkin bir ses tonuyla “İzmir’e” dedim. Delikanlı biran yüzüme bakıp, sonra da elimdeki valizi almaya davranınca neye uğradığımı şaşırdım...
“Buyur bey amca...” dedi. “Elimizde bir tane iade bilet var. Gel onu sana verelim,” deyince, içimden çocuğa sarılıp öpmek geçti. Kendimi zor tuttum... Arabanın hareket etmesine birkaç dakika vardı. Valizi aceleyle bagaja atıp, binmeme yardım etti...
Koltuğa oturunca gözlerimi kapatıp derin bir soluk aldım...
Otobüs terminalden sıyrılıp çıkıncaya kadar, başımı kaldırıp camdan dışarıya bakamaya niyetim yoktu. Oğlum her an karşıma çıkacakmış duygusuna kapılmıştım. Koltuğa büzülüp, başımı gizlemeye çalıştım. Bir yandan da “Belki uyanmamışlardır. Gece yarılara kadar davetlerde, eğlencelerde gezen insan bu saatte uyanamaz!” diyordum içimden. Büyütüp okuttuğum, işe girmesi için çalmadık kapı bırakmadığım oğlum, zaman geçtikçe benden uzaklaşır olmuştu. Aramızda aşılması güç, buzdan bir duvar örülmüştü... Herkes kendi aleminde ve benden çok uzaklardaydılar... İlgisizlik çok zoruma gidiyordu.
Terminaldeki zil çalmaya başlayınca, otobüsün hareket edeceğini anladım...
Otobüs tam geri geri gitmeye başlamıştı ki, oğlum ve torunlarım içeri doluştular. Öylece kalakaldım... Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım... Arabadaki herkes bize bakıyordu...
“Baba...”
“ Dedeciğim...” çığlıkları...
Hepsi ağlıyordu....
“Babacığım lütfen...”
“Dede ne olur hadi kalk...”
Beni ihmal ettiklerini geç de olsa anlamışlardı... Yüreğimdeki sıkıntının hafiflediğini hissettim... Göz yaşlarıma sözüm geçmez oldu... Buruşuk yanaklarımda yuvarlanan iki inci tanesi yere düştü...
Torunlarımın ellerini sıkıca kavrayıp, otobüsten indim...
İzmir’deki kızım ve torunlarım ve de Karşıyaka, Bostanlı’daki gün batımı beni biraz daha bekleyecekti...
(Yaşasın Edebiyat dergisi.)
Haziran
1998)
SARMAL
Sarmal kedinim ismiydi. Karanlıkta fener gibi parlayan mavi gözleri, üst dudağındaki uzun bıyıklarıyla çok sevimli görünüyordu. Daha birkaç haftalıkken dedemlerden almıştım. Sekinin altına koyduğum tastan sütü hiç eksiz etmezdim. Sütün başına geçip, küçücük diliyle şapırdatarak içmesi çok hoşuma gidiyordu. Zaman geçtikçe büyüdü ve iri yapılı bir dişi oldu...
Anemin hamur açtığı sofrayı sekiye koyup, ödevlerimi yapmaya başlayınca usulca yanıma sokulurdu. Bacaklarıma sürtünür, ayaklı sofranın altına girmeye çalışarak dikkatimi çekmeyi çalışırdı. Arada bir dönüp yüzüme bakmayı da ihmal etmezdi. Bazen ödevlere dalıp, onun varlığını unuturdum. Başını ön ayaklarının üstüne koyup, yüzüme bakınca bana darıldığını hemen anlardım. O zaman elimdeki kalemi bırakıp en çok sevdiği şeyi yapmaya, yani sırtını okşamaya başlardım. Bayılırdı... Arada bir sırtüstü yatar, ayaklarını havaya dikerdi. İncecik pençelerini giysilerime geçirir, kocaman kuyruğunu sallayarak neşelenir, ağzını açıp sivri dişleri göstererek çeşitli sesler çıkarırdı...
Sarmal büyüdükten sonra fareler ortalıkta görünmez oldular. Çuvallarımız delinmekten, tahıllarımız yerlere saçılmaktan kurtuldu.
Bir yıl sonra Sarmal çok değişti. Artık eskisi gibi evde durmuyordu. Peşine taktığı erkek kedileri ahıra ve samanlığa doldurmaya başladı. Samanlıktan kedi sesleri ve hırlaşmalar eksik olmadı. Kapının önü erkek arkadaşlarıyla doluydu. Bu değişim onun kötü etkilemişti. Zaman geçtikçe evdeki görevini unuttu. Kedinin evde olmadığını anlayan fareler, yine korkusuzca dolaşmaya başladılar.
Bu olaylardan sonra annemin Sarmal’a olan tutumu da değişti. Eskisi gibi sevecen bakmıyor, bazen yemek vermekten kaçınıyordu. Sofradan kalkarken, gizliden ona yiyecek ayırıp bir köşeye koyuyordum. Bir gün onun için koyduğum yiyecekleri farelerin yediğini gördüm. Eve uğramaz olmuştu. Ev halkının gözünden iyice düştü. Artık evde istenmeyen biriydi. Yediği şeyler, zamanla zarar hanesine yazılmaya başlandı. Annem tandıra düşen ekmek parçalarını ondan esirger bir hale geldi. Sarmal bunu bildiğinden anneme yaklaşmıyor, onu görünce başını başka yöne çevirip, sessizce yanından uzaklaşıyordu. Karşılaştıkları an hem azar işitiyor, hem de annemin ona savurduğu şeylerden kaçıp saklanmaya çalışıyordu. Herkesin gözünde suçluydu. O ise kimseyi umursamıyor, yalnızca benimle ilgileniyordu. Asıl görevini ihmal ettiğinin farkında bile değildi. Elimden geldiğince onu saldırılardan koruyor, azarlanmaktan, tekme yemekten kurtarıyordum.
Ahırın üstüne çıkıp, sıcak havada güneşlenen güvercinlere saldırmaya başladı. Hatta birkaç tanesini de yaralamış, tüylerini ortalığa saçmıştı. Tüm bunları yalnızca ben biliyordum. Ama kimselere söylemeye niyetim yoktu. Ona o kadar alışmıştım ki, yanımdan gitmesini istemiyordum. Doğum yaptıktan sonra normal hayatına döneceğini söyleyerek, onu savunuyordum.
Mayıs ayı gelmiş, havalar biraz olsun ısınmaya başlamıştı. Babamla ilçeye gidip, iki torba un ve birkaç parça da giyecek alacaktık. Babam, akşamdan öküz arabasını hazırladı.
O akşam Sarmal’a çok kızan annem, babama dönerek:
“Yarın ilçeye gidince, bu kediyi de götürüp oralarda bir yere bırak. Artık bunun bize yararı yok” dedi.
Hemen itiraz ettim:
“Ama o hamile, yakında doğuracak.”
Annem:
“Bu hayırsızı beslediğimiz yetmiyormuş gibi, yavrularını da mı besleyeceğiz. Bunun yerine bir erkek kedi alalım. Hiç olmazsa yavrulara nasıl bakacağız diye endişemiz olmaz.”
Babam araya girdi:
“Bence de götürüp atalım. Bize hiçbir yararı olmadı. Baksana fareler yine ortalıkta cirit atıyorlar.”
“Ama baba, yakında doğuracak. Sokağa bırakırsak hem kendisi, hem de yavruları açlıktan ölürler.”
“O kendisine yiyecek ve barınacak bir yer bulur meraklanma” dedi babam.
Annem:
“Oğlum, dedenlerde erkek bir kedi var. İstersen onu getirelim. Bir kediyi beslemek daha kolaydır.”
Babam kararlı bir ses tonuyla:
“Tamam hanım, karar verilmiştir. Bu kedi bu evden gidecek.... Peki, onu nasıl yakalayacağız?”
Annem:
“Bu işi Ahmet yapsın, ondan kaçmıyor.”
“Ben yakalayamam...” diye itiraz ettim.
Babam oturduğu yerden doğrulup, sesini yükselterek:
“Başka şansın yok!.. Ya yakalarsın, ya da seni ilçeye götürmem haberin olsun,” dedi.,
Ses çıkarmadım. Çünkü o gün ilçeye gitmek benim için çok önemliydi. Kırtasiyeciye yeni kitaplar geldiğini duymuştum. Birkaç tane öykü kitabı roman alacaktım. Aylarca payıma düşen yumurtaları yemeyip, bakkala satarak para biriktirmiştim...
Önümde iki seçenek vardı, ya kitaplardan vazgeçecektim, ya da kedimden... Beni köşeye sıkıştırmışlardı... O an gözlerim karardı. Beni böyle bir seçime zorladıkları için, annemden ve babamdan nefret edecek dereceye geldiğimi anımsıyorum.
Uzun uzun düşündüm. Ne kedimden, ne de kitaplardan vazgeçmeye niyetim yoktu. Ama birinden birini seçmek zorundaydım. Eve başka bir kedi geleceğini düşününce, kitapları seçmek zorunda kaldım.
O gece yatağın içinde dönüp durdum. Uykum iyiden iyiye kaçmıştı. Sağa sola dönerek, yatağın içinde debelenip durdum. Gözümü kapattığım an, Sarmal’ı görüyordum...
Ne zaman uyuduğumu anımsamıyorum..
Ertesi sabah uyandığımda hâlâ kararsızdım. Etrafa bakındım. Odada kimseler yoktu. Elbiselerimi giyinip avluya çıkınca donup kaldım. Babam Sarmal’ı yakalayıp soğan çuvalına koymuş, kaçmasın diye de ağzını bağlamıştı.
Sarmal torbanın içinden çırpınarak miyavlıyordu. Gözümü ondan kaçırarak dışarı çıktım.
Babam arabayı hazırlamıştı bile...
Sarmal’ı da arabaya yerleştirip, yola koyulduk...
Yol boyunca torbanın içinde kıpırdanıp, miyavladı...
Babama yakalanmadan torbanın ağzını açmak, köyden çıkmadan kediyi serbest bırakmak istedim, ama yapamadım. Elimi torbaya atıyor, babamın bana baktığını görünce elim ateşe değmiş gibi geri çekiyordum...
Yapamadım...
Serin havada terlemeye başladım... Ne gittiğim yöne bakıyordum, ne de başka bir şeye. Aklım, torbaya tıkılan Sarmal’daydı. Çuvalın içinde çaresizce çırpınması beni huzursuz etmişti. Yerimden kalkıp, arabanın ön tarafında oturan babamın yanına gittim. Umutsuzca çırpınan Sarmal’a bakmamaya kararlıydım...
Yol uzadıkça uzadı... ,
On kilometrelik yol bitmek bilmedi...
İlçeye girmiştik. Ayrılık zamanı geldiğini anlayınca, içim bir tuhaf oldu. Başımı çevirip torbaya bakamıyordum. Benim ne halde olduğumu anlayan babam, arabanın arka tarafında geçip, torbanın ağzını açtı. Daha fazla dayanamayıp başımı çevirdim. Sarmal torbadan çıkmıştı. Şaşkın bakışlarla etrafa bakıyor, nerede olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Babam gitmesini söylediyse de, hiç kıpırdamadı. Gözlerini bana dikti... Yardım ister gibi bakıyordu...
Babam, Sarmal’ı arabadan aşağıya indirdikten sonra:
“Hadi git burdan!’ diye bağırdı. Sarmal hiç kıpırdamadan, babamın koyduğu yerde duruyordu. Uzaklaşmaya niyeti yoktu. Umutsuz bakışlarını bana yöneltti... Elimden bir şey gelmediği gibi, gözyaşlarıma da engel olamadım.
Babamın tekrar kızıp azarlamasından sonra kıpırdandı ve birkaç adım attı fakat yine durup gözünü bize dikti. Kedinin uzaklaşmayacağını anlayan babam, elindeki çubuğu yere vurarak ara sokaklara doğru kovaladı...
Kedinin yeterince uzaklaştığına emin olunca, arabayı hareket ettirdi..
Aylarca düşünü kurduğum kitapları almaya giderken, adımlarımı güçlükle atıyordum. Ne alacağım, nasıl alacağım umurumda değildi...
Babamın bana aldığı yeni giysilere bile sevinememiştim...
Alışverişi bitirdikten sonra, tekrar arabaya binip yola koyulduk...
İlçeyi geçene kadar, gözlerim sokaklarda Sarmal’ı aradı...
Bir saate yakın babamla hiç konuşmadım...
Birkaç defa beni konuşturmayı denediyse de, kısa cümlelerle sorulara yanıt verip, tekrar başımı yere eğiyordum...
Babam:
“Sarmal'a üzüldüğünü biliyorum. İnan ki bende pişman oldum... Artık yapacak bir şey yok. Yeni alacağın kediyi de seversin.” diyerek beni teselli etme telaşına düştü.
Sarmal’ı değil de, kitapları seçtiğim için suçluluk duyuyordum... Elimde olsa, evden çıkma zamanına geri döner, verdiğim kararı değiştirirdim diye düşünüyordum..
Araba kapıya yanaşınca, annem:
“Sarmal'ı nereye bıraktınız?” diye sordu.
Babam:
“İlçeye... Artık geri dönemez...”
Annem gülümseyerek:
“Sen öyle san” dedi. “Sarmal eve sizden önce döndü.”
Babamda, ben de neye uğradığımızı şaşırdık. Duyduklarıma inanamıyordum...
Annem:
“Bunca yolu nasıl geldi aklım almıyor. Madem döndü, o zaman kalsın.”
Şaşkınlığını gizleyemeyen babam:
“Döndüğüne bende sevindim. Ama onca yolu nasıl düzeltip döndü hayret!”
Hemen eve koştum..
Sarmal sekiye çıkıp, direğin dibindeki minderin üstüne yatmıştı. Beni görünce başını kaldırdı.,
Yavaşça yanına yaklaşıp, sırtını okşamaya başladım.
Yemek yedikten sonra, yeni aldığım kitaplardan birini okumaya koyuldum. Sarmal’da gelip yanıma uzandı. Bir elimle kitabı tutarken, diğer elimle de onun sırtını okşuyordum.
“Benden daha mutlu bir çocuk var mı? ” diye bağırmak geçti içimden.
SON
Çocuk Öyküsü
(Ana Dili dergisi 28 Ocak 2003)
YÜREĞİME KOR ATEŞLER DÜŞÜRME
Murat, şafak sökmeden uyandı. Esneyerek gözlerini yarı aydınlanmış odada gezdirdi. Üzerinde desenler oluşarak buz tutan pencere camından içeri sızan cılız ışığın yardımıyla, cisimler açıkça seçiliyordu. Odanın soğuk havası ürpermesine neden olduysa da, kalkması gerektiğinin bilincindeydi. Uyurken yanına koyduğu elbiselerine uzandı. Pantolonunu, kazağını ve birinin burnu yırtılmış yün çoraplarını giydi. Bir gözü de anasının yattığı yataktaydı. Elbiselerini çıkarmadan, yatağın üstüne kıvrılarak uyuya kalmıştı. Kardeşlerinin üzerinden dikkatli bir şekilde atlayarak, yorganı çekip anasının üzerini örttü ve odanın kapısını açarak avluya çıktı...
Dış kapıyı açar açmaz, önüne kardan bir duvar örülmüş olduğunu gördü. Karı yararak ilerlemeye çalışması boşunaydı. Ayaz bıçak gibi keskindi. Ağzından çıkan sıcak nefesi, buhar gibi göğe yükseliyordu. Bedenini bir ürperti sardı. Bir süre çaresiz gözlerle etrafına baktıktan sonra ahıra yöneldi ve küreği alarak kapıyı tamamen kapatan karı temizlemeye koyuldu.Aylarca açılmayacak köy yolları, her yıl olduğu gibi yine kapanmıştı. Dağlar, tepeler birbirinden seçilmiyordu. Sabaha kadar aç kurtlar gibi uluyan tipi nihayet susmuş, etraf ürkütücü bir sessizliğe gömülmüştü. Ağaçlar, gelinlik giymiş gibi beyaza bürünmüşlerdi. Canlıları canından bezdiren zemheri ayının başlangıcı ve yöre insanlarının yüz yıllardır değişmeyen kör olası yazgılarıydı. Amansız kış, Azrail gibi çöreklenmişti tepelerine... Tuzağa yakalanmış av gibi çırpınmaktan başka bir şey gelmezdi ellerinden. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdeydiler. Dışarıdan yardım gelene kadar birbirlerine omuz vermekten ve hayatta kalmaktan başka şansları yoktu.
Etrafta ne bir karartı vardı, ne de bir ses. Yuvasız kuşlar havada donup, patır patır yere düşerek kara gömülmüşlerdi... Bazı evlerin bacasından çıkan duman, kavisli bir şekil alarak hızla göğe tırmanıyordu. Otlukların üstünde gümüş kılıçları andıran buzdan sarkıklar oluşmuştu... Önündeki dağ gibi karı hızla sağa-sola savurdu. Samanlığa gitmek için yol açması gerektiğinin bilincindeydi. Ne pahasına olursan olsun, anasını uyandırmadan işleri yapmayı kafasına koymuştu. Parmakları uyuşmuş, gözlerinden akan yaşlar yüzünde yuvarlanamaya başlamıştı. Biran, jilet gibi keskin ayazın, yüzünü çizik çizik ettiğini sandı. Soluk soluğa kalmıştı. Yılmadan çalışmasını sürdürdü... Babası harman sonu gurbete giderken:
“Bak Murat, Memed Ağabeyin askerde, artık evin erkeği sensin, anan ve kardeşlerin sana emanet,” demişti. Ama yükünün bu kadar ağır olacağını bilmiyordu. Büyüdüğünü, her işi başarıp, herkesi memnun edeceğimi sanarak gururlanmıştı. Açmaya çalıştığı yolun ortasında kaybolmuş gibiydi. Karın yüksek oluşundan hiçbir tarafı göremiyordu. Kendini yaptığı işe öylesine kaptırmıştı ki, aradan ne kadar zaman geçtiğinin ayındında değildi. Son bir gayretle varmak istediği yere geldiğini görünce, zeytin karası gözleri çakmak taşı gibi parladı. Başarının verdiği gurur ve hazzın etkisiyle dudaklarından başlayıp yüzüne dalga dalga yayılan gülümseme soğuk havaya karıştı.
Samanlıktaki sepeti otla doldurup ahıra yöneldi. İçeri girer girmez, gübre kokulu sıcak hava yüzünü yaladı. Hayvanlar otu görünce yerlerinden doğrulmaya başladılar. Yemliklerin her birine göz kararı ot yığdıktan sonra çalı süpürgesini alarak ahırı süpürmeye başladı.
Dışarıdaki işini bitirdikten sonra, sırtına yapışan cehennem soğuğuyla, yarı aydınlanmış odaya daldı. Herkes yatağındaydı. Soğuktan uyuşup keçeleşen elerini birbirine sürterek canlandırmaya çalıştı. Çelimsiz bedeni sıtmaya tutulmuş gibi, önlenemez bir şekilde titriyordu. Sonra kimseyi uyandırmamaya dikkat ederek, dışarıda kırıp getirdiği tezekleri sobaya doldurdu. Bir parça tezeğe gazyağı dökerek kibriti çakıp ateş verdi. Oda biraz ısınınca yavaş adımlarla anasının yattığı yatağa yaklaştı. Hiçbir kıpırtı yoktu. O saate kadar yatakta görmediği için hastalandığını düşündü. Dudağına oturan gülümsemeyle,
“Biraz daha uyusun, nasıl olsa işlerin çoğunu yaptım,” dedi içinden. Bir süre odanın ortasında kararsıza dolaştıktan sora tekrar gelip anasının ayakucuna ilişti.. Çaresizliğin acısı küçücük yüreğine çöreklendi. Fısıltılı bir sesle:
“Aç gözlerini de yüzüme bak n’olur! Bir şeyler söyle... Acı çektiğini, yorganın altında kıvrandığını biliyorum kara gözlü anam. Yüreğime kor ateşler düşürme. Ne acılarını dindirmeye, ne de seni doktora götürmeye gücüm yeter. Şimdi hastalanmanın sırası değil güzel anam! Beni tek başıma bırakma. Ne yapacağımı şaşırdım... Senin yardımın olmadan bunca yükün altından kalkamam...”
Tam o sırada küçük kardeşi yatağından doğrulup, gözlerini ovuşturarak Murat’ın yüzüne baktı ve:
“Anam gece haberleri izlerken, Memed ağabeyimin adını duyunca yığılıp kaldı. Ben de televizyonu kapatıp uyudum,” dedi.
Murat, hızla yorganı anasının üstünden atıp silkelemeye ve seslenmeye başladı. Ne bir kıpırtı vardı, nede bir ses... O anda kulakları sağır eden bir çığlık attı:
“Anaaaaaaaaaaaaa!...
Turgut ERBEK
( MaviADA dergisi 2008)