KARS'IN KARDELEN ÇİÇEKLERİ VE TİPİ ROMANI
Kars'ın kardelen çiçeği diyorum ben Turgut Erbek gibilere. Haksız da değilim. Kardelenlerin yaşamına benzer doğayla savaşmak... Savaşı kazanmak ve sonra sanat edebiyat dünyasına girmek… Ödül almak...
Tipi'de doğayla savaşı anlatıyor Turgut . Hem de birebir yaşanmış savaşı. Köy çocuklarının okumak için neleri göze aldığını yaşıyorsunuz bu romanda. Turgut Tipi'de Yılmaz'ın, Yavuz'un ve Ali'nin yaşamaya ayak diremesini, teslim olmanın reddi biçiminde vermiş. Ne güzel vermiş.
Doğayla savaşı anlatırken iyiyle kötünün savaşına da yer vermiş Turgut. Baba sevgisinin ve güvenin çocuğa olumlu etkileri ile öfkeli bir babanın çocuğuna olumsuz etkilerini insanın damarına basarak anlatmış
Köy Enstitülü Kemal öğretmeni anlatmış Turgut. Köyün eli kolu olduğunu anlatmış... "Ve ölüm çizgisine bir adım kaldığında çocuklar bizi kurtarmaya kimse gelemez kaygısını öğretmenimiz gelir "cümlesiyle kovmuşlar.
Sanki beni anlatmış Turgut. Benim öğretmenim ellerinden öpülesi Kenan Keleş'i anlatmış sanki... Romandaki Dilan köyü yerine Ağveren köyünü, Musa yerine de Hasan amcamı koydun mu roman benim hayatım oluyor.
Kısaca Kars'ın kardelen çiçeği, doğayla savaşta tipinin yakasını paçasını toplamış, iki de tokat çekmiş suratına ve tipiyi koymuş Yılmaz'ın ayaklarının altına. Şimdi sıra toplumsal tipilerin, küresel tipilerin yakasını paçasını toplamaya gelmiş olmalı.
Kısacası, Turgut arkadaş, umuda kanat takmış ve umudun bittiği yere diktiğim menekşelere ulaşmış bu romanda.
Ömer ÖNEREN / Ekin Sanat
TURGUT ERBEK’in kitapları
Turgut Erbek 1959 yılında Kars’ın Akyaka ilçesine bağlı Sulakbahçe köyünde doğmuş. 1985 yılanda TRT nin sınavlarını kazanarak, orada görev yapmaya başlamıştır, şu an İzmir’de görev yapmakta doğu kökenli, ama yüreği İzmir, İzmirliler için çarpan bir yazar arkadaşımız.
Üç tane kitabı var bende “TİPİ, Kara Kuzu ve Kuşkayası”. Tipi, 1997 İş Bankası Edebiyat Ödülü’nü almış bir çocuk romanı. Diğer saydıklarım da çocuk öyküleri. Ekseri kendi yaşamının başladığı Dilan köyünü anlatıyor. Erbek, hem çocukça bir yürekle hem de geçmişe bağlı kaldığı, dolu dolu yaşadığı bir çocukluk serüveninin bize getireceği yenilikleri anlatma pahasına. Sanıyorum çoğu öykü özyaşamından gelmiş, kimi de kurgulanmış canlı, dipdiri öyküler. Onları okurken yaşanmış olduğunu hissettiren bir canlılığa koşturuyorsunuz.
Ekserisinde, öğretici yan koymaktan sakınmamış, bir çocuğun dürüstlüğünden şaşmamış, güzel doğa betimlemeleriyle dolu, bir dizi doğu öyküsü. Doğu diyorum, bu öykülerde kar fırtınaları, tipiler, bunlar arasında koşuştururken karşınıza çıkan kurt sürüleri ve okula gitmek için bu tipinin içinden kurtulma serüvenleri, kasabadan çocuklarına naylon ayakkabı, uzun pantolon ve gömlek getirdiği için coşkuyla karşılanan baba ve eve ilk kez gelen bayrağı yastığının altına alıp sabaha kadar onun üstünde uyuyan idealist öğrenciler karşılıyor sizi. Dahası da var;
“Oğlunun elinden tutup onu bostan yerine götürdü. Taze soğanları, boy atmış ayçiçeklerini, toprağı delip çıkan patates yapraklarını ilgiyle seyretti.”
(Kaza Kuzu S:9) İmrenilecek doğa tanımlamaları, bunların içinde tertemiz bir yürekle karşılanan dünya meseleleri:
“Sizin keyfiniz yerinde. Hem süpürge topladınız, hem de bal yediniz. Ama ben anama süpürge toplayamadım” dedi üzgün bir ses tonuyla. Salih ayağa kalkarak:
“Arkadaşlar beni dinleyin diye bağırdı. Herkes köye gidince Engin’e bir süpürge verecek. Tamam mı?” (Kuşkayası S:20)
Engin çalı süpürgesi toplarken taşlardan yuvarlanıp düşünce, hiç süpürge toplamadığı için dayanışma örneği gösteren köylüler, yardımsever yakınlar, insanlık tarafı ağır basan arkadaşlar, hiç de kötü insan yok Erbek’in anlattığı bir dizi insan içerisinde.
Şimdi bunca çocuk öyküsü, romanı yazmış Turgut Erbek’ten söyle ricam var benim. Bu güzel köy duyarlılığını, niye biz büyüklere yazacağın romanlarla, öykülerle tattırmak istemiyorsun? Salt çocuk öykülerinde kalman sakıncalı bence... Bu güzel ürpertili, büyülü evreni Gabriel Garcia Marquez’de olduğu gibi, ya da bizden bir yazar Latife Tekin’in Berci Kristin’e Çöp Masalları’nda olduğu gibi büyülü bir dille yazmıyorsun? Bence salt çocuk öykülerinde kalma. Biz büyüklere de söyleyecek bir şeylerin olsun. Kasım-Aralık 2001
Hüseyin Peker
AGORA DERGİSİ (2001)
KARA KUZU
Kitapta yer alan dört öykü, köyde yaşayan çocukların doğa ile iç içe, duygu dolu dünyalarını anlatıyor. Birinci öykünün kahramanı Doğancan, İzmir’de doğmuştur. Ailesi ile birlikte Kars’a, babasının doğduğu köye gider. Amcasının oğlu ile yaylaya çıkmak, kuzuları otlatmak isteyen Doğancan, kent yaşamından sonra köyde karşılaştığı bu yepyeni ortamın etkisiyle rüyasında otlattığı kuzuların tarlalara girdiğini ve korucuların onu yakalayarak cezalandırmak istediklerini görür. Neyse ki her şey bir rüyadır. “
Bayrak Sevgisi”adlı öyküde 30 Ekim Kars’ın kurtuluşu için öğretmen bayrak istemiştir ama köyde bayrak yoktur. Ahmet’in babası nahiyeye iner, orada da bayrak bulamaz. Neyse ki babalarda çare tükenmez ve Ahmet’in babası sorunu kolayca çözümleyiverir. “Sürpriz” adlı öyküde, babalarına tarlada yardım etmek karşılığında, onun nahiyeden getireceği sürpriz armağanları merakla bekleyen iki kardeşi, son öykü ise, ayağı iltihaplanan bir çocuğun köy yerinde doktor olmaması yüzünden büyük tehlikeyle karşı karşıya kalmasın anlatıyor.
Öyküler, köy yaşamında çekilen yoklukların yanı sıra, köylülerin bu yokluklara karşı nasıl çözüm ürettiklerini ortaya koyuyor. Bu çözümlerin bazen cahilce, bazen de yararlı oluşu, köy hayatının güçlüklerini de gözler önüne seriyor. Dili akıca, kentli ya da köylü, bütün çocuklar tarafından sevilerek okunacak
öyküler....
Aytül AKAL
25 Mayıs 2000 / Cumhuriyet- Kitap
KARA KUZU
Eserde dört öykü var. Anlatım güçlü. Sözcükler seçkin. Kurgulama sürükleyici. Kırlar, dereler, kaynaklar, kır çiçekleri, renkli anlatılıyor. Kırsal kesimde günlük yaşamın zorlukları derinliğine işleniyor. Hastaların çaresizlikten, yolsuzluktan, hastanenin uzaklığından iki kat üzüntü yaratması, can tehlikesinin doğuşu, insanın içini acıyla burkuyor. Ayakkabı, çorap, pantolonların yenisi alınınca çocukların çok sevinç duymaları da okuyanı hüzünlendiriyor. Aile bağlarının güçlülüğü, kardeş sevgisi, evlat, torun sevgisi, insanın içini ısıtıyor. Çocuklar, hayvanlarla, kırlarla, çiçeklerle dolu sımsıcak öyküleri okuyun. İçiniz temiz güzel duygularla dolsun. Sevdiklerinize önerin, paylaşarak okuyun.,
İncila ÇALIŞKAN
28 Şubat 2002 / Cumhuriyet- Kitap
KUŞKAYASI
Kitapta köy yaşamını gözler önüne seren dört öykü var. Kitap dış görünüşü açısından çocuklara seslendiğini düşündürse de, yetişkinlerin de okumaktan zevk alacağı öyküler bunlar. Köy hayatı, duygu sömürüsü yapılmaksızın tüm doğallığıyla ve olağanüstü betimlemeleriyle okura aktarılıyor. Doğa ile içi içe sürdürülen bir yaşam. Zaman zaman köylü zekâsının ve pratik çözümlerinin öne çıktığını görüyor; zamam zaman köylü cahilliğinin vardığı noktaları okuyup şaşırıyoruz.
Öykülerin yalnızca içerik açısından değil, dil açısından da okura büyük zenginlik kazandırdığını belirtmek gerek. İlk öyküde çalı süpürgesi toplamaya giden köylüler anlatılırken, bir yandan babasını yitirmiş olan küçük Engin’in başına gelenler bir serüven heyecanıyla okura aktarılıyor.
‘Kuşkayası’ adlı öyküde, arkadaşlarının aklına uyan yaramaz Sefa, babasının tüfeğini alıp keklik avına çıkmıştır. Avcılık sefası yüzünden arkadaşını vurmak üzereyken... ‘Araba’ öyküsü, yetişkinlerin davranışlarını çözemeyen ve yaşamı kendi sessizliği içinde anlamaya çalışan küçük bir çocuğu anlatıyor. Sorunları anlamak hiç de zor değildir aslında; yetişkinler sorunlarını çocuklarla paylaşmayı bir bilseler...
Aytül Akal
Cumhuriyet- Kitap / 17 Mayıs 2001
SUÇSUZ KADINLAR
'Suçsuz Kadınlar' çocuk doğuramadıkları için ezilen, horlanan, dışlanan kadınların dünyasını anlatıyor. O dünyanın bilinmeyen yönlerini, çocuksuz ailelerin kapısını aralayıp, içeriden yükselen seslere kulak kabartarak, kadın dilinden anlatılara yer veriyor. Belli bir kesimin değil tüm kadınların ortak derdini eşeleyen 'Suçsuz Kadınlar', çocuksuz kadınların neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini ve diğer insanların onlardan neler beklediklerini ortaya koyuyor.
RADİKAL KİTAP - 2002
SUÇSUZ KADINLAR(*)
Turgut Erbek’in Toplumsal Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan romanı Suçsuz Kadınlar, adının titreşimini gizliyor içinde. O titreşimler ki kimi zaman sihirli bir müzik oluyor, kimi zaman bahara batırıyor yüreğimizi kimi zaman da paramparça ediyor bir düşü. Suçsuz Kadınlar’da, Sevim’in kurmaca kişiliği aracılığı ile benzer yazgıyı paylaşan başka kadınların portreleri de çiziliyor. Duygu sömürüsü yapmak gibi bir sakıncayı barındıran böylesine zor kurgunun içinden bıçak sırtı bir yazınsal başarı ile çıkmış yazar. Bu romanın biçemini Turgut Erbek’in çocuk kitaplarından bildiğimiz özgün anlatım tekniği belirlemiş.
Kitabı okurken bir hastanenin kadın doğum servisinin odalarında kesişen yaşamlarla tanışacaksınız ilkin. Birbirini çağrıştıran bu yaşamlar sıkı dokulu iç içe geçmiş öyküler demeti. “ Çocuk denecek yaşta, istemediği birisiyle zorla evlendirilen, resmi nikahı olmayan...” Ayşe, toplumun değer yargılarıyla bir köşeye sıkıştırılmış Diyarbakır’lı Zelo, gencecik düşleriyle onlarca savrulma yaşamış Trabzonlu Fadime ve diğerleri... hepsi de “savaşta sığınağa girmiş insanların tedirginliğini”yaşıyor. Romanın künyesindeki “çocuksuz kadınlar” film kareleri gibi sıralanıyor. Onların yaşamlarındaki ayrıntılar Anadolu kadınının gündeminden hiç eksilmeyen sözcükler aslında.
“Uyandığımda kaynanamın sesini duyuyorum. Uyuduğumu sanıyor.’Bak oğlum, daha ne kadar sabredeceksin? Bunun çocuk doğuramayacağı kesinleşti. Sen ömrünü bununla geçiremezsin. Anlaşabileceğin birini bulup evlenmelisin.(s.89)” Yazar, böylesine saydam, böylesine kolay anlaşılır tümcelerle gözlem gücünü, dil ustalığını, toplumsal psikolojiye ilişkin her kımıltıyı aktarmış Böylesine saydam, böylesine kolay anlaşılır tümcelerle gözlem gücünü, dil ustalığını, toplumsal psikolojiye ilişkin her kımıltıyı aktarmış.
Çocuksuz ailelerin iç kanırtan toplumsal panoramasını izlerken direnmek ve boyun eğmek arasında yaşanan umutları, kâbusları , coşkuları, acıları görüyoruz. Suçsuz Kadınlar’da kendi bedenine, kendi kimliğine yabancılaşmaya itilen, kendine düşman bir yapıyı içselleştirmek zorunda kalan kadının yaşadığı bir dizi psikolojik ve sosyolojik sorunlar yumağı önümüze atılıyor. “Kadınların kaderi bu. Kız doğurur erkek, erkek doğurur kız isterler. Ya doğuramayanlar? Onları düşünen yok. Onlara takılacak isim belli “Kısır”. Geçenlerde, kelime anlamını merak edip sözlüğe baktım:”Üreme imkanı olmayan, döl vermeyen” diye yazıyor. Hangi kasın kısır olmayı ister ki... Ama kısırlık beşibiryerde gibi boynumuza geçirildi. Bizleri yüz metrelik mesafeden tanıyorlar. Nasıl mı? Çocuklara bakışımızdan, iç çekişimizden... Başımızı dik tutamayışımızdan... Gözlerimizin neminden, sesimizin titrek çıkmasından...(s.75)”
Ataerkil yapılanmanın içinde soyu devam ettirmekten sorumlu olan Sevim, toplumun onun için öngördüğü doğrularla yaşamalı, mutlaka doğurmalıdır. Bu düzenin onu hapsettiği sınırlara baş kaldırmak istese de toplumsal kalıplara direnmek düşündüğü kadar kolay değildir. Sevim’in eşi Orhan, romanda kendisiyle barışık tek erkek karakter... Hiç şüphesiz toplumun baskısı devam ettikçe sancıyı ikisi beraber çekecektir ama Sevim’in iç dünyasını aydınlığa götüren sürpriz bir “son”dur...
Kitapçı vitrinlerinde “Sahte” yaşamları anlatan postmodern(!) yapıtların cirit attığı ve kabul gördüğü bir zamanda böylesine “sahici” yaşamların anlatılması, bir şeyleri kımıldatmak, sorgulamak adına Anadolu insanına tutulan bir mercektir.
Suçsuz Kadınlar, “Bugün "anne" diye sesleneceği bir kadının varlığından yoksun kaç çocuk var?” sorusunun sızısını da koydu yüreğime. Mehmet Yaşın diyordu ya; ”Ne kadar küçük bu dünya, neresine bassan çığlıklar yükseliyor...”
*Suçsuz Kadınlar/ Turgut Erbek/ Toplumsal Dönüşüm Yayınları- 2001
Mavisel YENER
Aralık/2002
(İZMİR İZMİR DERGİSİ)
SUÇSUZ KADINLAR
Suçsuz Kadınlar; radyo oyunları, çocuk romanları ve öyküleriyle ismini duyuran Turgut Erbek’in büyükler için yazdığı çarpıcı bir roman....
Çocuk doğuramadıkları için ezilen, horlanan, dışlanan kadınların dünyasını anlatıyor. O dünyanın bilinmeyen yönlerini gözler önüne seriyor. Çocuksuz ailelerin kapısını aralayıp, içeriden yükselen seslere kulak kabartıyor. Romanın bir başka ilginç özelliği ise kadının diliyle yazılmış olmasıdır.
Roman beli bir kesimi ve belli bir çevreyi anlatmıyor. Tüm kadınların ortak bir derini eşeliyor, ışık tutuyor, nedenlere ve sonuçlara dikkat çekiyor. Tüp bebek konusundaki aşamaları gösteriyor. O kadınların neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini, diğer insanlardan neler beklediklerini çarpıcı bil dille anlatıyor.
Erbek’in roman kahramanları içimizden birileri; hepsi etten kandan yoğrulmuş, acı çeken, gülen ağlayan kadınlar... Sadece bedenleriyle değil, beyniyle de var olduklarını ispat etmek isteyen kadınlar...
“Çok iyi bir kocam, her şeyiyle tastamam bir evim var. Yediğim önümde, yemediğim ardımda. Ama ben yine de yalnızım. Malı, serveti istemiyorum. Evin içi altında dolu olsa neye yarar ki! İçinde bir çocuk ağlaması duyulmadıkça o ev ev mi sayılır? Ben istiyorum ki evde bir çocuk sesi çınlasın, bir can, bir nefes olsun.!
İnsanı saran, şaşırtan bölümleriyle dopdolu bir yapıt; Suçsuz Kadınlar.
Hakkı Gümüştaş / Kıyı Ege Gazetesi / Ocak 2002
TİPİ
... Romanın başında ağır ilerleseniz de, okumaya sakın bırakmayın. Çünkü kitap bittiğinde Yılmaz, Yavuz ve Kemal Öğretmen’i tanımış olmaktan o kadar mutlu olacaksınız ki, kitabı yeniden okumayı düşüneceksiniz belki de.
Köyde okul yoktur ve çocuklar, öteki köydeki okula gitmek için çok uzun bir yol yürümek zorundadır. Ancak kış bastırmıştır. Bir gün, Yılmaz ve Yavuz, arkadaşları Ali yüzünden okula yürüyen gruptan geri kalırlar. Bir yanda kar, bir yanda tipi, bir yanda kurtlar...
Çocuklar tipide yollarını yitirdikten sonra, kitabın sonuna soluk soluğa varacaksınız....
Aytül Akal
17.Eylül 1998
Cumhuriyet Kitap
TİPİ
Turgut Erbek, sanki biraz tutuk başladığı “Tipi”de öylesini bir öyküyü alıp getiriyor ki karşımıza, o sıcacık koltuklarımızda, bir koca geçmişi, çocuklarımıza sunduklarımızı, eğitimimizi, kısacası neredeyse her şeyi sorgulayıveriyorsunuz yeni baştan. Her öyküde, şiirde, masalda hep umut bulmalıyım; öylesini arıyorum hep, öylesini anlamlı buluyorum. Tipinin o cehennem dünyasından, çıkıveren çocuklar benimde çocukluğumdu belki…
Herkes bir solukta okuyacak bu kitabı.
Y. Bekir Yurdakul
09.Aralık 1998
Milliyet Gazetesi
TİPİ
Köylerinde okul olmayan çocuklar Kars’ın bir köyünden diğer komşu köyün okuluna yürüyerek giderler. Karlı bir günde yola çıkan çocuklar tipiye yakalanırlar. Üç çocuktan biri dereye yuvarlanır. Donma tehlikesi geçirirler. Öğretmenleri okul hademesiyle köpeğini yanına alarak aramaya çıkarlar. Çok zor geçen saatlerden sonra çocuklara ulaşırlar.
Yazar, yöre çocuklarının ev ve tarım işlerine nasıl yardımcı olduklarını, ailelerin geçim sıkıntılarını ince ayrıntılarla veriyor. Yokluklar içindeki köy çocukları okula gidebilmek, okuyabilmek, yaşamlarını değiştirebilmek için katlandıkları özveriler anlatılıyor.
Doğanın, iklimin, coğrafyanın bu yörede yaşayanların yaşamlarını nasıl etkilediği güçlü bir anlatımla ve kurgulamayla verilmiş. Kitabın dili akıcı.
İncilaİ ÇALIŞKAN
31/Ağustos/2000
Cumhuriye Kitap
TİPİ
Turgut Erbek, 12-15 yaş grubu çocuklar için kaleme aldığı romanında, kendi köyünden bir kesit aktarıyor. Yoğun kış koşullarının yaşandığı köyünde, türlü güçlüklerle öğrenim gören, dayanışmayı sergileyen çocukları, onların eğitimini ve sorumluluklarını üstlenen özverili öğretmenleri yalın bir dille anlatıyor. T. İş Bankası Edebiyat Ödülü alan bu romanı herkes okumalı.
Oğuz Tümbaş
İzmir İzmir Dergisi
TİPİ
Eskiden çocuk edebiyatımızda çocukların okuyabileceği yapıtlar belli bir düzeyi aşmıyordu. Hele hele Divan edebiyatımızda, çocuklara yönelik kasideler ya da benzeri dizeler yok denecek kadar azdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da pek önemsenmedi bu sorun. 1970’lerde kısık bir sesle bu edebiyat şiiriyle, romanıyla, öyküsüyle, resmiyle, müziği ve diğer sanat kollarıyla çocukların ilgisini çekmeye başladı. Şimdilerde çoğu yazarımız Çocuk Edebiyatına yöneldi.
TİPİ, 1997 T. İş Bankası Çocuk Edebiyatı (12-15 yaş) “Başarı Ödülü” aldı. Erbek, bu ilk romanında mümkün olan, yapılması istenen en iyi şeyi yapmış. Örgü, serim, düğüm, konu ve anlatım çocuk edebiyatının klasik yazım biçimiyle verilmiş. Yapıt on bölümden oluşuyor.
Çocukluğunun geçtiği yöreler onun için çok önemli. O günlerin karanlık ve soğuk dünyasını, aydınlık ve sıcak bir esintiye dönüştürür yazar bu romanında.
Romanın kahramanı Yılmaz ve arkadaşları (köylerinden okul olmadığından) başka bir köydeki okul gidebilmek için, doğunun acımasız doğa koşullarıyla nasıl savaşım verdiklerinin destanı bence bu kitap.
Romanda özellikle karakışın aman vermeyen o acımasız soğuğuna karşın direnen, serçe vücutlu, kartal yürekli çocukların var olma kavgasını bir duygu gerilimiyle okuyacaksınız. Yazar, romanını toplumsal gerçekçilik açısından bilimsel bir temele oturtmuş. Romanın dokusunda dağ köylerindeki yaşamın gerçekleri incelenmiş. Yazarın kendine özgü bir anlatımı var. Sözcüklere daha bir anlam yüklüyor, ayrıntılara oldukça önem veriyor. Anlatım tekniğini büyük bir ustalıkla çözmüş. Betimlemelerin yalın olmasına karşın, okuyanı bir düşünce anaforuna çekiyor. Romana başladığınız anda, elinizde bırakamayacaksınız.
“TİPİ” zorlukların, doğa ile savaşımın, insanüstü bir gücün şiiri bence.
Abdullah Neyzar Karahan
Gazeteci-Yazar
Aykırı Sanat Dergisi
Eylü/2001
YANIK DEĞİRMEN
Turgut Erbek daha önce İş Bankası Yayınları arasından çıkan “TİPİ” adlı romanıyla, köy ortamında geçen bir olayın hala okunabilir olabileceğinin güzel bir örneğini vermişti. Bu romanda olduğu gibi Yanık Değirmen’de de mekanın Kars civarı olduğu anlaşılıyor. Kentten gelen Oğuz’la köy çocuğu Okan’ın yer aldığı, iki günlük bir serüven. Oğuz, köy çocuğu Okan’dan ‘Kentlilerin bilmediği’ birçok şey öğreniyor. Bunların içinde bulgur yapımı, ayçiçeği kafalarının serçelerden nasıl korunduğu, köydeki çocukların annelerine ‘ana’ dediği, değirmenin nasıl çalıştığı gibi bilgiler var.
Konuyu ve konunun işlendiği mekânı bir yana bırakırsak, Erbek’in anlatmak istediğini ‘edebiyat paralamak” kaygısına düşmeden, yalın bir dille anlatıyor olması önemli bir okunabilirlik avantajı sağlıyor. Bununla birlikte, hele hele köylü-kentli karşılaştırması içeren klişe bir konuyu işlerden bile klişeler tuzağına çok yerde düşmemiş. Örneğin, Okan’ın annesinin “... şehirde oturan çocukların çoğu yeşillikleri bile göremiyorlar...” sözü bu türden bir klişe ama, sonuçtu bu söz bir köylü kadının ağzından dile geliyor.
Oysa, alıştığımız ve çocukken okuduğumuz öykülerin çoğunda bırakın kurgudaki bu tür klişeleri çocukların isimleri bile köylü ve kentli olarak ayrılırdı. (Oysa Erbek’in köylü çocuğunun adı Okan) Köy, eğer iyi anlatılırsa, kentli çocuk için çok hoş serüvenler içerebilir. Servisle okula gidip gelen, hafta sonlarını alışveriş merkezlerinin burgerli salonlarında geçiren çocuklar için derede kazağını suya gererek balık tutmak, yağmura yakalanıp bir mağaraya gizlenmek elbette heyecan vericidir. Bunların anlatıldığı öykü ve romanlar da.
Tehlike şudur, “kentli çocuk yeşili bilmez köylü çocuk ta hiç otobüs girmemiştir” türünden, doğru olmayan klişelerden kurtulamazsak, inandırıcı olamayız ve çocuklara kendimizi okutamayız. Tren istasyonların “Gazete! Gazete!” diye bağıran ‘okumaya hasret’ köylü çocuklarının devri galiba geçti. Yerine neyin geldiği ise sosyolojinin konusu ve çocuk yazarı konuyu bu perspektiften bakmak zorunda arkaik kalmak istemiyorsa tabi.
Yanık Değirmen, öyküsü açısından ne kadar okunabilirliliği yüksek ve anlatım açısından da başarılıysa, resimlerinin usta elinden çıkmamış olması kitaplığımızda bulundurmaktan hoşlanacağımız güzel bir kitaptan yoksun bırakıyor bizi. Oysa, değirmen bir köy öğesi olarak da, görsel bir malzeme olarak da işlenmeye çok uygun. Belki daha büyük sayfalarda özenli bir grafik/resim çalışmasıyla yayımlanabilirdi. Bu kitap hem bir Anadolu değirmeninin nasıl göründüğünü ve nasıl çalıştığına (kitapta değirmenin nasıl çalıştığına ilişkin tek bir resim yok) ilişkinin bir belge niteliği taşır ve bu yanıyla daha çok kişinin ilgisini çekerdi, hem de kitabı okuyan çocuk resimlerin de tadını alır ve sanatın büyüsü içine çekilmiş olurdu. Daha da öte, kitap bu özellikleriyle daha çok ilgi çeker, yurt içi ve yurt dışı fuarlarda sergilenerek, hatta başka dillere çevrilerek yayımlanmasının yolu açılırdı. Ama bu genişlikte düşünmeksizin, “Acaba en ucuza nasıl resimletirim? Acaba grafikere, çizere, editöre para vermeden nasıl kitap üretebilirim?” kaygılarıyla birbirinin benzeri biçimde kitaplar üreterek hem yazarınızı harcamış olursunuz, hem de yurt dışına açılmak söyle dursun, köylülükten kentliliğe bile atım atamazsınız.
Fatih Erdoğan
Radikal Kitap
06 Temmuz 2001
YUNUS BEKİR YURDAKUL’UN ROMANIM TANITIM GÜNÜNDE YAPTIĞI KONUŞMA
Turgut Erbek, bu kitabından önceki kitaplarında da bana bir şeyler söyledi. Sizlerle biraz bu bölümleri paylaşmak istiyorum.
Turgut Erbek’in dostluğunun yanı sıra, onunla paylaştıklarımızın yanı sıra, yani birbirimizden habersiz paylaştıklarımızın yanı sıra, çünkü çocukluklarımız birbirine çok benziyor. Ben çocukluğumu onun kadar acılı ve ağır geçirmedim. Kitaplarını okuduğumda gördüm ki, benzer yaşamlar sürmüşüz. Ancak o daha büyük badireler atlatmış, daha ağır bedeller ödemiş. Turgut’a olan dostluğumuz, yakınlığımız biraz da kendi içsel düşüncelerimizin ötesinde bu birbirimizden habersiz paylaştıklarımızla ilgili.
Kara Kuzu ve öncesindeki, özellikle Tipi’de yansıyan bir şey var. Anadolu var, Anadolu’nun o çırılçıplak gerçeği var. Dün akşam televizyonda Vizontele’yi izlerken, bir arkadaşım, şimdi biz kalkıp Hakkari’ye,Van’a, Şırnak’a veya onların köylerinden birine gitsek,herhalde bir kültür şokuna uğrardık. dedi. Bunu söyleyen arkadaşım İzmirli. Ben pek uğrayacağımı sanmıyorum. Ama İzmir’den birini alıp oralara götürürseniz, kültür şokuna uğramak falan değil, darmadağın olur.
Turgut Erbek’in kitaplarında iste o Anadolu çıplaklığı var, o Anadolu diri diri duruyor. O Anadolu’nun altmışları var.
Bu kitabı okurken, kadınlara dair, karınlara biçilmiş donlara dair birçok tablo gelip gözümün önüne ilişti, oturdu. Anadolu insanının, Anadolu kadınının özellikle yaşam içerisinde başka bir duruşu var. Ama biz onları o yaşam içerisindeki üretken duruşundan, kültürlü duruşundan (kültürü bildiğimiz anlamda kullanmıyorum, yarı aydınlık anlamında) hayatı var eden duruşundan, hayatı sımsıcak tutan, kollayan duruşundan koparıp, alıp getirip varoşlara takıverdik. Ha, ne oldu? Ne olduğunu söyleyeyim. Bir düğün salonuna giderseniz ne olduğunu görürsünüz. Gidin bir düğün salonuna, birbirine benzeyen tangırtılardan, bağırtılardan oluşan, kimsenin birbirini duymadığı, hiç birbirinden farklı olamayan bir buluşma. Ne işe yarar? Hiç... Bir yanda duman, bir yanda bağırtı çağırtı… Müzikten başka her şeye benziyor. Ne yapıyoruz, oğlumuzla kızımızı evlendiriyoruz. Evlendirmesek daha iyi! İşte kadınlarımız için ortaya getirdiğimiz, daha doğrusu sistemin getirdiği, getirdiğimiz derken, azıcık bunda payımız da var galiba, onun için böyle söylüyorum. Sistemin getirdiği bu...
Peki, Turgut Erbek’in gözünde kadın nerede duruyor? Yaşam nasıl akıp gidiyor? İşte “Suçsuz Kadınlar” adlı kitabı bunu söylüyor. Bu roman mı? diye kendime sorduğum zaman, romandan başka bir tarif getirmeye çalışıyorum, daha doğrusu getiriyorum. Yoğun bir tanıklıklar toplamı diye söyledim. Yâda şöyle toz-toprak içerisinde bıraktığımız, eski bir konak düşünün, ağanın beyin falan değil, içinde yaşamın cıvıl cıvıl sürdüğü konaklar düşünün. Köy evleri düşünün, kent evleri düşünün, kasaba evleri düşünün. Ama kendi kültürel gelişimi içerisinde kendini var eden, ihtiyaçtan doğan, o anlamda Safranbolu evleri gibi güdük güdük koruyabildiğimiz, birçoğunu yıktığımız yapılar düşünün. Her taraf tozlanmış, bir toz perdesi altında kalmış da, Turgut onlara üzülüyormuş gibi düşündüm bu kitabı okurken. Terkedilmiş böyle bir yerde, Turgut’un işi toz kaldırmak. Hem de iyi toz kaldırıyor, kalıbından fazla toz kaldırıyor. Turgut kaç kilodur bilmiyorum, olsun yetmiş kilo. Ama orta yere yedi yüz kiloluk bir adam, yedi yüz kiloluk bir ağırlık düşmüş gibi büyük bir toz kaldırıyor.
Kitapta birçok şeye değiniyor. Hoş bölümler var. Zaman elverse de onlardan da biraz okusak. Diliyorum sizler okuyun, altını çizin okuyun, yanına notlar düşün okuyun. Hayatın birçok gerçeğini, birçok dayatılanı, özellikle kadına dayatılanı konusunda ki, yazarlarımızın tamamı sanıyorum erkek egemen toplumda kadınla erkek diye değerlendirdiği zaman, kadının yanındadırlar. Çift kez, yada üç kez ezilmişlikleri nedeniyle. Ben erkeğim, erkeklerin egemenliği için yazıyorum diyen bir adam olacağını sanmıyorum. Çiziyorum diyen bir adam da yoktur. O anlamda da Turgut’un kadınların yanında olmasında, kadınları aktarmasında şaşılacak bir taraf yok. Okuyan dostlar da söyledi, Mavisel Yener’de söyledi. Başka dostlarda söylediler. Nasıl bir duyarlılık bu? Kadınların yazabileceği duyarlılıklar taşımış buraya. Ha, demek ki o zaman yazarın şu özelliği ortaya çıkıyor. Yazılacak her şeyi yazmak için, ille de yaşamak da gerekmiyor. Çocuk doğurmak da gerekmiyor galiba. Kaldı ki, kadının içinde bulunduğu koşullara tanıklık etmek için, hele ülkemiz gibi bir ortamda tabii ki kadın olmak gerekmiyor.
Gerçekten ben bazı bölümlerde şaşırdım. Dedim ki, Turgut acaba bu bilgileri nerelerden derledi? Ee, dağ gibi Anadolu duruyor önümüzde. İsteyen herkes ulaşabilir. Ama yürekli bir koşu istiyor. Sabırlı bir koşu istiyor, inat istiyor. Kolay değil. Bir adım atıyorsunuz, attığınız adımda yitirebilirsiniz. Aman canım bana ne, kadının sorunlarını kadınlar yazsın da diyebilir, böyle bir kavgayı da kaybedebilirsiniz. Birinci gün, üçüncü gün, üçüncü yıl, onuncu yılda da kaybedebilirsiniz. Ama ben Turgut’un kaybetmemiş olduğunu düşünüyorum.
Başka bir şey var. Öteki okuduğum kitaplarıyla beraber değerlendirdiğim de, hepsinde safiyane bir temizlik var. Yani alabildiğine bir duruluk var. Gereksiz süslemeler yok. Akıp giden de bir anlatım var. Direngen bir çalışma var. Bazen düşünürüz, ya bu adam bunca işin arasında bu kadar şeyi ne zaman yazmış diye. İşte bu da sabır… Gözlemek de yetmiyor, kâğıda dökmek gerekiyor.
Turgut,un Suçsuz Kadınlar kitabında üst üste, yan yana, ne bileyim arka arkaya dizdiği bir çok tablo var. Bu tabloların hiç birini ikincil değerlendirdiğini düşünmüyorum. Ama özellikle birini daha öne çıkardığını, birinin üzerinde daha çok ayrıntı verdiğini düşünüyorum. Romanda birçok kadın var. Bir haftalık bir süreç bu... Birçok kadının konu edilmesiyle, aslında ülkemizin, aslında dünyanın sıkıntıları gelip buraya oturuyor. Turgut bunları tartışıyor. Tartışmaya da çağırıyor. Kitaptan yansıyan bu. Kitapların genel işlevleri bu sanıyorum. Turgut’un böyle bir değerlendirmesi olduğunu sanıyorum.
Sonra, yüzyıllardır biriken, belki bin yıllardır biriken bir erkek egemenliğimiz var Krallıklarımız var. Her yerde var. Evi yürüten, hayatı yürüten, hayatın içerisindeki duruşla, aslında bir reis aranıyorsa, toz kondurmuyoruz bir tarafımıza. Turgut bu yüzlerce yıldır birikenlerin altını oyuyor. Bayağı da oyuyor. Ha, devrilirmiş, Turgut’ta altında kalırmış. Umurumda değil.
Bu kitapta bir başka şey daha var. Ülkemizdeki gelişmelere de bir şeyler söylüyor. Özellikle son dönemdeki gelişmelere... Dedik ya, yasalarımızdaki düzenlemeleri yapalım, efendim, kadınlara daha saygın bir yer... Hayatın kendisi de söylüyor. Ama Turgut başka bir şey söylüyor. Onun için de bu altını oymalarından iyi şeyler çıkacağını düşünüyorum. Biz onun altında kalır mıyız? Saygı duyan insanlar kalmazlar. Kalsak da gam değil..
Sorduğunu, sorguladığını sarstığını düşünüyorum, kaşıdığını düşünüyorum Turgut’un. Olur olmaz yerlerde kaşıyor, hırpalıyor, itiyor-kakıyor, kakıştırıyor. Neyi? Her şeyi. Hayatın içinde ne varsa onu. Birçok şeyi kaşıyor. Yani ben buna değinmesen, bunu buraya almasam dememiş, hepsini kaşıyor. Ve bir de itip-kaktığı, daha çok sırça köşkler diye düşünüyorum. Turgut’un elinde bir neşter var, bana öyle geldi. Kadını çevreleyen, sıkan, boğan, hor gören, aşağılayan, aklınca biçimlendirmeye çalışan, ona bir biçim vermeye çalışan, daha doğrusu buna kalkışan, aklınca küçük düşünmeye çalışan, ama kendisi o çevrede yapısı itibariyle küçük düşen bir tutumu da hançerleyiveriyor.
Bu kitaptan çıkabilecek çok şeyler var. Ama özetlersek, aşağı-yukarı bunlar. Ve birçok şeyi de salladığını düşünüyorum. Kitapta bir dolu düşünce var, kurgu var. Onun dışında da iç dünyalar geliyor. Hem de sere serpe geliyor. O yalın görüntülerle geliyor. Süslenmemiş olarak geliyor. Bu da çok önemli. Hoş bir ironi de var. Zaman zaman küçük alaysamalar var. Yani mizahi bir duygu da var. Onları da belirtmeliyim. Belki biraz bölük-pörçük ama olsun, sorun değil. Hayatın kendisi de öyle değil mi? Bu benim kendi değerlendirmelerim. Ve bu tutumları sergileyişi de zaman zaman bir kadının kalemiyle olduğum izlenimi uyandırdı bende. Zaten yazarlar arasında pek fart yok. Nasıl ki kadın şair, erkek şair denmesi doğru değilse.
Ve çelişkileri de irdelediğini düşünüyorum. Bir dolu çelişkiyi irdelediğini, birçok çelişkiyi ortaya, görümüzün önüne sürdüğünü, bakın arkadaşlar ne görüyorsunuz? Demeye çalıştığını, özellikle alttan alttan çalıştığını düşünüyorum. Ayrıntıya girmeyişini de biraz şöyle yorumluyorum. İşin pek ayrıntısına girmiyor Turgut bu olaylarda. Nedenini de ben kendimce şöyle düşünüyorum, okura havale ediyor. Buyurun arkadaşlar bundan sonrası sizindir. Bundan sonrası benimdir, sizindir, hepimizindir.
Turgut’u kutluyorum. Ayrıca ben kendi payıma, bir arkadaşımdan böylesine iyi bir çaba, böylesine uzun soluklu, sabırlı çalışma görmekten dolayı da kıvanç duyuyorum. Bundan sonraki yaşamında, bunların katlanacağını, yenilerinin geleceğini biliyorum. Çünkü yazma tutkunu bir adam. Çalışma, üretme ama illa yazma tutkunu bir adam. Daha küçücük, bacak kadar çocukken kafasına koşmuş ben yazar olacağım diye. İyi ki koymuş.
Yazar, düşünür ve toplum sorunlarını irdeleyip gözümüzün önüne getiren Turgut’a bundan sonra da başarılar diliyorum.
Y. Bekir Yurdakul
15 Mart 2002
(Konak Tültür Merkezi)