GİTMİYORUM
Aylardır, ne zaman sinsice gelip karaciğerime yerleştiğini bilmediğim, mazlumun ahı kadar ağır bir kitleyle boğuşuyorum. Kaburgalarımın altında başlayan ağrı nefesimi keserek ne sırtı üstü, nede yan yatmama müsaade ediyor. Gözlerimi kırpmadan sabahladığım gecelerin sayısını unuttum.
Umutsuzluğa kapılıp, “Buraya kadarmış,” diyerek titreyen dudaklarımı ısırdım kanatırcasına.
Bazen de Azrail’le sıkı bir pazarlığa girişiyorum arsızca. “Daha erken, gitmiyorum. Yapacak işlerim, yarım kalan projelerim, başlayıp da bitiremediğim hatta beynimde çatısını kurup yazma aşamasına geldiğim romanlar, öyküler var, “ diyorum zaman dilenircesine. Benden önce kim bilir kaç insanın yalvarıp da alamadığını almaya çalışıyorum.
Yaşamım bir film şeridi gibi gözümün önünden akıp gidiyor… Çocukluğumun gül kokulu anıları bağdaş kurarak gelip oturuveriyorlar gözümün önüne. Yalın ayak, yamalı pantolonla kuzuların peşinde koşturduğum günler daha dün gibi. Belki inanmayacaksınız ama, sırtımda boya sandığıyla doğduğum kendin sokaklarını arşınladığım günler ya dündü, ya da evvelsi gün… Bir külah dondurma, bir sinema bileti için kaç çift ayakkabı boyadığımı anımsamıyorum... Parmaklarımın boyasına aldırmadan fırından aldığım sıcacık simidi aceleyle mideme gönderdiğim yıllar... Mavi gökyüzünden daha büyük hayallerim vardı geleceğe dair. Bazılarını gerçekleştirdiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
Gerçekleştiremediklerime ise gücüm yetmedi.
Ama içim rahat. Bana biçilen hayatı doyasıya yaşamaya çalıştım. Onurlu ve gururlu yaşadım. Başım dik gezdim hep... Çıkarım için kesmelerin önünde eğilmedim, el etek öpmedim. Haram lokma geçmedi boğazımdan. Bilerek ve isteyerek kimselerin kalbini kırmadım. Yaşamım boyunca ezilenden, hakkını savunamayandan yana oldum. Sessizlere ses, görmeyenlere göz, yürüyemeyenlere bacak olmaya çalıştım.
Büyüklerimin beddualarını almadım. Bir gülüşü dünyaya bedel çocuklarla aram hep iyi olmuştur. Ben onları çok sevdim, anlarda beni…
Önümüzdeki birkaç hafta içinde yaşamımı devam ettirip, yapmak istediklerimi yapacak zamanım olup almayacağı kesinleşecek.
İçimden bir ses, bir dahaki yazımda güzel şeyler yazmam gerektiğini söylüyor. Umarım yanılmıyordur.
Böyle bir yazıyı kaleme almak istemezdim. Bazı arkadaşlar bunca zamandır neden yazmadığımı ilk defa buradan okuyacaklar.
Nıetzsche, “Umut, kötülerin en kötüsüdür; çünkü yaşam işkencesini uzatır” demiş. Ama ben aynı fikirde değilim. Umutsuz yaşanmıyor. Ben yine sizlerle ve sevdiklerimle birlikte olacağımı umut ediyorum.
Hoşça kalın değil, tekrar görüşmek üzere diyorum…
Turgut ERBEK
Köy mekanlı çocuk kitapları
On sekiz yıldır çocuklar için oyunlar, köy mekanlı romanlar ve öyküler yazmaktayım. Yaşamın boyunca da hep yazacağım. Bazı çevreler bunu görmek ve göstermek istemiyorlar.
Bundan birkaç yıl önce, ‘Artık köy mekânlı öykü ve roman yazmayı bırakmalı mıyım?’ sorusunu İnternet ortamındaki Çocuk Yazın Grubu’ndaki yazarlara, çizerlere ve o işle uğraşanlara yönelttim. Ne yazık ki, yüzlerce insan arasında beni destekleyen sadece üç arkadaş oldu. Gönderdikleri mesajları sizinle paylaşmak istiyorum.
Susayım diyorum sitenin bir iletisi “hooop” deyip beni yerimden fırlatıyor. Evet evet, çocuk yazınımız gitti geldi tuzu kuru özel okul çocuklarının dünyasında tıkandı. Konular onlara göre ve yazılanlar onlara okutuluyor. Tıpkı Tanzimat ve sonrasında roman ve öykülerin hep İstanbul’da mekân tutması gibi... (Tabii bir iki yazar dışında) Taa nereye kadar, Yaban’lara, Memleket Hikâyeleri’ne kadar. Sonrasında romanımız öykümüz Anadolu’nun her yerinden seslendi. Ya çocuk yazınımız. (Çoğunun beğenmediği Kemalettin Tuğcu bile İstanbul’da doğup büyümesine karşın, Anadolu’dan gelen çocuklara kucak açtı.) Kent soylu yazarların elinde kaldı. Taşra insanları yokmuş gibi oldu.
Şimdi bir arkadaşımız köyü bırakmak istediğini söylemiş. Aytül Akal açmış kollarını durma oralarda kaç diyor. (Biliyorum yine diyecek ki iyi oku anlamamışsın) Kaçın Anadolu’dan kaçın o insanlardan ne olursa olsunlar boş verin... Görüyoruz işte onlara İstanbul bile yetmiyor, aya yıldızlara çıkıyorlar. Sonra da ay tüm çocukların. “Köydeki çocuk da aynı aya bakıyor, İstanbul’daki de” deniliyor. Şimdi soruyorum: Sivas’ın bir köyündeki bir çocuğun aya baktığındaki algılaması, duyguları, Aytül Akal’ın kızının Etiler’den, Aysel Gürmen’in kızının Amerika’dan benim kızımın Göztepe bakarken gördüğü ayın aynısı mıdır? Benim gençliğimde Elazığ’da delikanlıyken gördüğüm ay’la şimdi İstanbul’da baktığım ay aynı mı? Doğru doğru aynı, çapı, dünyaya uzaklığı, kitlesi, dünya çevresinde dönüşü aynı... Bunun için köye, Anadolu’ya gitmeye o insanları ele almaya gerek yok!
Turan YÜKSEL / Yazar
Değerli yazar Turgut Erbek;
Yayınevinde, ikinci baskısı için düzeltmelerini yaptığım sırada “TİPİ” adlı romanınızı ilgi ve heyecanla okumuştum. Yapıtınız yayınlandıktan sonra köyü, doğa koşullarını anlatan ve serüven duygusunu derinden yaşatan bu romanınızı okuyan birkaç çocuğun da kitabını elinden bırakmadığını anımsıyorum; başka kendi oğlum olmak üzere. Aynı çocukların Harr Potter’i de ilgiyle okuduğunu anımsayınca bunları düşündüm. Kendi dünyalarına girmeyi başaran, iyi yazılmış kitapları ilgiyle okuyor çocuklar. Çocuk dünyası düşlerle beslendiği kadar gerçeklerle de beslenebiliyor. Yeter ki bu gerçekler çocuğu incitmeden, onu sarsmadan, düşürmeden iyi bir sunum ve kurguyla verilebilsin. Çocuk ruhunun serüven arayışına yanıt verebilsin yazılanlar.
Köy gerçeklerini anlatan öyküler yazmaktan vazgeçmeyin bence. Ülkemizde köyler olduğu sürece (ki hep olacaktır.) köyle ilgili çocuk öyküleri de yazılmalı diye düşünüyorum. Önemli olan dilin başarılı ve güzel kullanılması, etkili ve canlı olması, kurgunun sağlamlığı ve anlatılanların çocukları yüreklerinden etkileyebilmesi.
“Tipi” başarısında nice öykünüzü paylaşmak dileğiyle... Sevgiyle, dostlukla...
Hüly Soyşekerci / Editör-yazar
Sevgili Turgut Erbek;
“Onların bir yazara ne yazması gerektiğini söylemeleri benim ağırıma gidiyor,” diyorsun. Sana çok sevdiğim bir hikâyeyi gönderiyorum. Yukarıdaki söylemine bir yanıt bu. Sana neyi nasıl yapacağını söyleyen olursa bu hikâyeyi anlat lütfen.
Hindistan’da “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru adlı bir ressam yaşarmış. Bir gün öğrencilerinden biri, bir resim yapmış ve ona götürüp değerlendirmesini rica etmiş. Guru resme bakmış ve öğrencisine dönerek, “Sen artık, benim gözümde bir ressamsın. Ancak halkın değerlendirmesi önemli. Bu denenle, bu resmi kentin en kalabalık meydanına götürmeni ve en görünen yerine koymanı istiyorum. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmanı istiyorum,” demiş. Öğrencisi denilen yapmış.
Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.Resmi alıp Rang Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve resme devam etmesini önermiş. Öğrencisi yeniden yapmış resmi ve yine ustasına götürmüş. Tekrar kentin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Yalnız, bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte... ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzelmesini rica eden bir yazı bırakmasını söylemiş. Öğrencisi denileni yapmış.
Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resme hiç dokunulmamış, fırçalarda boyalarda hiç kullanılmamış... Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru ise:
“Sevgili öğrencim, sen birinci olayda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Yaşamı boyunca resim yapmamış insanlar bile gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma,” der.
Mavisel YENER / Yazar
Yorumu sizlere bırakıyorum...
Turgut ERBEK
GÜLE GÜLE ÇOCUKLUĞUM
Güle güle çocukluğum
Uğurlar olsun!..
Bilirim çok uzak gittğin yollar
Çiçek açmış şeftali ağaçları
Erik çağlasıyla eğilmiş dallar
Güle güle çocukluğum
Uğurlar olsun...
Şemsi Belli’nin bu güzel dizelerini her okuyuşumda duygulanıyorum. Deli yüreğim başını alıp çoook gerilere gidiyor...
Televizyon ve radyo konuşmalarımda bana şiiri sordukları zaman, “İyi bir şiir, bir romanın özeti gibidir. Birkaç dize bir romanın anlatamayacağı şeyleri anlatabilir,” demiştim. Sizce de bu şiir, ciltlere sığacak bir konuyu özetlemiyor mu?
İnsan neleri anımsamıyor ki... Unuttuğumuzu sandığımız anılar gülümseyerek ve de çiçek kokularıyla gelip gözümüzün önüne oturuveriyor.
Onca sıkıntıya, olanaksızlığa karşın çocukluğum güzel geçti. Kırlarda koyun, kuzu peşinde koşturarak büyüdüm. Yaşamam gereken her şeyi doyasıya ve özgür yaşadım. Bizler için her bayramın ayrı bir güzelliği, ayrı bir tadı vardı. Tezeklerle yaktığımız Nevruz ateşinin üstünden atlarken, attığımız çığlıklar hâlâ kulaklarımda. Nahiyeden heybeler dolusu getirilen kuruyemişler, kır çiçekleri gibi soframızı süslerdi. Ceplerimize doldurduklarımızı arkadaşlarımızla paylaşırdık.
Günümüzde bayramları doyasıya yaşayan kaç çocuk var acaba? Hele kentlerin yoksul mahallelerinde yaşayanlar... Kirli yüzleri, yalın ayakları ve yuvalarında ışıldayan gözleriyle, sürü gibi çıkıyorlar evlerden. Yetiştirebileceği, bakabileceği kadar çocuk yapan yok ki! Hepsi cahil ve de kör! O çocukların birçoğu ekmek peşinde. Kimi ayakkabı boyuyor, simit, mendil satıyor, kimileri ailelerinden koparılıp kötü şeylere alıştırılıyor... Televizyonlar, ölümle tehdit edilerek suça itilen çocukların görüntüleriyle dolu. Onlar çocukluğunu yaşayamayanlar, çocukluğun ne olduğunu bilmeyenler... Birçoğu korkuyla büyüyor. Saplandıkları bu bataklıktan kendi çabalarıyla kurtulmaları olanaksız.
Sokaklarda rastladığım o çocuklara nasıl baktığımı bir gören olsa, içten içe ağladığımı hemen anlayacak... Eline para tutuştursam, götürüp onu sömüren adama verecek, o da daha fazlasını getirsin diye tekrar sokağa salacak. Karnını doyursam, ertesi gün yine karşıma dikilip gözlerimin içine bakacak. Ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Yüreğimdeki sızılarla başa çıkamıyorum artık...
O güzel şiir sayesinde çocukluğumu ve o birbirinden doyumsuz günleri, yaşamın karmaşası içinde yeniden anımsamak hoşuma gitti...Peki, horlanan, ezilen, aç bırakılan, sokaklara atılan çocuklar yarın geriye dönüp baktıklarında neyi anımsayacaklar? Hangisi çocukluğuna “güle güle, uğurlar olsun“ diyecek acaba? Geçmişlerine ve de onlara kol kanat germeyen büyüklerine lanetler yağdıracakları kesin.
Hey!.. Oradakiler...
Onlar bir daha çocuk olmayacaklar.
Onları ağlatmayın...
Turgut Erbek / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
CEMİL
Biz mahalleye taşındığımızda o iki yaşındaydı. Sokakta yarı çıplak dolaşıyor, arkadaşlarıyla oyunlar oynuyordu. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası yıllar önce Erzurum’un bir köyünden gelip yerleşmiş. Adamcağız işsizdi. Bazen inşaatlarda amelelik yapıyordu, bazen de başka işler. Sonra bir yolunu bulup Fransa’ya gitti ve bir daha da dönmedi. Hanımı arada bir evlere temizliğe giderek geçimlerini sağlıyordu. Zaman hızla geçti ve Cemil büyüyüp okula başladı.
Okuldan döndükten sonra pazaryerinde su satarak eve katkıda bulunma çabasına düştü. Küçücük cüssesi ile eve ekmek getirme peşindeydi. Bidonlara doldurduğu su ısınmasın diye alnından sızarak ağzına dolan ter damlacıklarıyla koşturuyordu. Evlerinde buzdolabı olmadığından, bazen eşim taslarla buzluğa su koyarak dondurup ona verirdi. Ayaklarına giydiği kocaman terlikleri sürükleyerek, sarı sıcağın altında, ‘buz gibi su’ diye dolanıp dururdu.
Aradan birkaç yıl geçti. Öğlenci olduğu zaman sabah erkenden fırına gider simit alırdı. Başına koyduğu küçük tepsideki simitlerle dalardı sokaklara. ‘Taze gevreeek!.. Sıcak sıcaaaak!..’ diye bağırışı hâlâ kulaklarımda. Sabahları gözlerimizi onun sesiyle açardık. Oğlum hemen pencereyi açar, arkadaşını güler yüzle karşılardı. Cemil iş yapsın diye, her sabah en az dört simit alırdım. Bunu bildiğinden ilk önce bizim evin önüne gelir simitlerin kızarmışını seçer, gazete parçasının arasına koyarak uzatırdı. Verdiğim paranın üstü kalsın dediğimde kabul etmez, kuruşu kuruşuna hesaplayarak iade ederdi. Bir gün olsun ona fazla para veremedim. Asla kabul etmedi. Onu her gördüğümde saçlarını okşamak geçiyordu içimden.
İlkbahar gelince mahalledeki çocuklar uçurtma yarışına girerdi. Cemil’in tuttuğu futbol takımının renginde, çıtalı bir uçurtması hiç olmadı. Hep eski gazetelerden ve çimento torbasından yaptıklarıyla çıktı tepelere. Birbirine eklediği iplerle salardı uçurmasını mavi göğe... Mahalledeki çocukların arasında ondan güzel uçurtma yapan yoktu. Herkes ondan yardım istiyordu. Teraziye almak, kuyruk yapmak onun işiydi. Kimin uçurtması uçmuyorsa yardıma koşmaktan üşenmezdi. Kuyruğun yetersiz olduğunu anlayınca, uçurtmanın dengesini sağlamak için ucuna bir tutam ot bağlardı. Uçurtma havada kuş gibi süzülmeye başlayınca, yüzüne tatlı bir gülümseme yayılırdı. Gülümsemesi bile utangaçtı. Sesinde ve gülüşünde eziklik hissediliyordu. Diğer çocukların neşeli kahkahaları tepelerde yankılanırken, o bir taşın üzerine oturur onları izlerdi. Yaşına göre çok olgun bir görünümü vardı. Çocukluğunu yaşayamamış, zamansız yaşlanmış gibiydi.
Arada bir bize gelir, Doğancan’la bilgisayar oynardı. Ben odaya girince suç işlemiş gibi ayağa kalkar, gözlerini yüzüme dikerdi. Kızacağımı mı sanıyordu ne? Yüzünden öper, hoş geldin derdim. O zaman gözlerinin içi gülerdi. Oğlum bazen kendini oyuna öylesine kaptırırdı ki, ona oynama fırsatı bile vermezdi. Oğluma kızar, Cemil’i oturturdum bilgisayarın başına. Elleri titrerdi. Bir hata yapmaktan, bilgisayara zarar vermekten korkuyordu. Onu cesaretlendirir, rahat oynaması için de odadan çıkıp giderdim
Akşamları kapılarının önünde saatlerce otururdu. İşten dönen babalara bakarak iç çektiğini sezinlerdim. Bir süre sonra ayakkabı boyamaya başladı. Boya işi mahallede pek tutmadı. Karşıyaka’ya gitmesi gerektiğini biliyordu. Dolmuşa ve otobüse verecek parası yoktu. Çoğu zaman yürüyerek gidiyordu. Yolda rastladığım zaman dolmuşa bindirip parasını ödüyordum. Bunu bildiği için benim evden çıkma saatimi kollar, göremeyeceğim yollardan giderdi. Yaşına göre gururlu ve zeki bir çocuktu. Kimseye boyun eğmeyen, karşılıksız yardım kabul etmeyen bir karektere sahipti.
Yoldan çıkan bir aracın altında can verdiğinde sekizinci sınıftaydı.
Aradan dört yıl geçmesine rağmen, seni unutamadım Cemil.
TurgutErbek
Çağdaş Kars Haber Gazetesi
İMZA GÜNÜ
30 Mart Perşembe sabahı erkenden kalkıp yola çıktım. “Kütüphaneler Haftası” nedeniyle Aydın’ın Söke ilçesinde imza günüm vardı. Öğrencilere ne söyleyeceğimi akşamdan tasarlamama karşın, hiçbirini anımsamadığımı fark ettim. Zaten hep öyle olur, düşündüklerimin, söylemek istediklerimin hiçbirini söyleyemem. O an içimden gelenleri onlarla paylaşırım.
İlkbaharın insana canlılık veren, damarlarındaki kanın hızla dolaşmasını sağlayan havasını soluyarak bindim arabaya. Yol boyunca yüreğimizde tanımsız duygular uyandıran çiçekleri izleyerek ilerledik. Tepeler zeytin ve çam ağaçlarıyla süslenmişti. Yeşilliklere desen veren kır çiçeklerinin, beyaz papatyaların kokusunu alacakmışım gibi burnuma otobüsün camına dayadım. Kendimden geçmişim...
Şapka uçuracak yükseklikteki tepelere bakınca, ne kayalar görünüyor, bir avuç toprak; çünkü her yer yeşile bürünmüş. Doğanın kendine özgü renkleri, kokularını yayarak güzellik yarışına durmuşlardı. Otobüsten inip, çimenlerin üstünde yuvarlanma isteğimi bastırabilmek için kendimle uzun süre mücadele ettim.
Elimde yeterince kitabım olmamasına karşın, yayınevinden kendi kitaplarımı satın alarak gittim ve o kitapları aldığım fiyata imzaladım. (Hatta birkaç tanesini, kitap alamayacak durumda olan çocuklara armağan ettim.) Amacım onlarla bir arada olmak, onların temiz belleklerine güzel şeyler yüklemek. . Konuşmama:
“Her türlü zorluğa göğüs gerek okumaya çalışan çocuklar; sizin arkanızdayım. Elinde olanakları olup da okumayan çocuklar, sizin de karşınızdayım. Daha iyi bir dünya ve aydınlık yarınlar için bu ülkenin sizlere ihtiyacı var,” diyerek TİPİ adılı romanıma yazdığım önsözü okuyarak son verdiğimde alkış sesler okulun bahçesini çınlattı.
Çakmak çakmak yanan gözlerinden, yüzlerini aydınlatan gülümsemelerinden başarılı olduğumu anlamam hiç de zor olmadı...
Ama o bana yetmedi. Teneffüs bitip ders zili çalınca, yedinci sınıflardan birine girip bir öğrencinin yanına oturdum. Herkes bana bakıp gülümsüyordu. O an, “Hocam yazar amca da aramızda,” diyen ispiyoncunun sesini duyup ayaklandım. Atatürk’ün öğretmelerinden biri olan bayandan dersi dinleme iznini koparır koparmaz yerime oturdum. O an yüreğimin derinliklerinde kopan fırtınaları anlatamam. Gözlerimi kapatıp otuz üç yıl geriye gittim...
Bir ara daldığım düş aleminden uyanıp sağıma soluma baktım. Öğrencilerden birkaçı gözlerimin içine bakıp gülümsüyordu. Ne öğretmenin anlattıklarını duymuştum ne de gürültüleri. Bazı öğrenciler öğretmen sınıfta yokmuş gibi aralarında konuşuyor, kalkıp sıraların arasında dolaşıyorlardı. Öğretmenin anlattığını dinleyenler azınlıktaydı... Ders sonunda öğretmenin elini sıkıp teşekkür ettim. Ama öğretmeni ve beni yok sayarak, evlerindeymiş gibi rahat dolaşanlara, aralarında konuşanlara birkaç şey söylemeden duramayacağımı anlayınca söz aldım. “Bizim kuşak sizler kadar şanslı değildi. Ama kesin olan bir şey vardı ki bizim sınıflarda sinek uçsa, helikopter sesi gibi duyulurdu. Öğretmenine saygı göstermeyen öğrencinin, sevgi beklemeye hakkı yoktur,” dedim.
Bana darılanlar, içten içe kızanlar mutlaka olmuştur. Öğretmenlerine ve onun anlattığı konuyu dinleyen arkadaşlarına yaptıkları saygısızlığı görmezden gelemezdim.
Turgut EREK / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
YARALARI SIZLAMAYACAK
Edebiyat dünyasından bir yıldız daha kaydı. Yazar ve yayıncı Erdal Öz’ü kaybettik. Yaralısın’ın yaraları artık sızlamayacak. O, Gülünün Solduğu Akşam bedenen aramızda ayrıldı, ama biz ölünceye kadar beynimizin ve yüreğimizin bir köşesinde yaşamaya devam edecek.
O’nun hakkında birkaç satır yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Ne yazacağımı bilmediğimden, elim bir türlü tuşlara gitmiyor. Açtığım beyaz sayfada kendimi görüyorum. Maus bir nabız gibi atıyor. Beynim bir anda boşaldı. Böyle anlarda ne yazılır, nasıl yazılır?
“Haziran da ölmek zor,” demiş şair. Ölüm, ne zaman ve nereden gelmiş olursa olsun zor ve de kabullenmek istemediğimiz tek gerçektir. Nedense ya biri öldüğünde, ya da mezarlığın yanından geçince ölümü düşünürüz. Başka zaman hiç aklımıza bile gelmez. Doyumsuz iştahımızla hiç ölmeyecekmiş gibi etrafa saldırır, her şeyin en iyisi bizim olsun isteriz. İstediğimizi elde etmek için, gerektiğinde en yakınlarımızı ve sevdiklerimizi üzer, küstürürüz. Oysa hepimizin gideceği yer, cellatla kurbanının buluştuğu yerdir.
Böyle anlarda kırgınlıklar, küskünlükler hemen unutuluyor. Duyduğumuz üzüntü o duyguları anında siliyor beynimizden. Dün görüştüğümüz, sesi kulağımızda çınlayan, gülüşü gözümüzün önünde canlanan birini kaybetmeği kolay kabullenemiyoruz. Birdenbire yok olmasını aklımız almıyor. Koltukta bıraktığı izine, sandalyedeki görüntüsüne, masadaki boşluğuna takılıp kalıyoruz. Yüreğimizden bir şeyler kopuyor, burnumuzun direği sızlıyor, dudaklarımız titriyor, göz pınarlarımız kaynıyor...
O anda, olmaz olasıca keşkeler sıraya diziliyorlar... Keşke şunu demeseydim, öyle yapmasaydım, ona daha çok zaman ayırabilseydim... Keşke günlerce onunla sohbet edip, dertlerine, sıkıntılarına ortak olabilseydim diye düşünerek hayıflanıyorsunuz. Yaptığı şakaları, anlattığı fıkraları, el-kol hareketlerini, mimiklerini anımsıyorsunuz. Uzun süre yaptığınız her işte, gittiğiniz her yerde, yürüdüğünüz yolda o vardır. Ama üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra istemden de olsa unutuyorsunuz, çünkü yaşam devam ediyor.
Eğer, insan gibi bir insan olabilirsek, bir gün arkamızda bıraktıklarımız da bizim için aynı duyguları hissedecek, aynı şeyleri söyleyecekler.
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
ÖLÜMÜ GÖRDÜM
Dün akşam televizyonda haberleri izlerken, Iraklı bir gencin nasıl öldürüldüğünü gördüm. Kanepeye uzanmışken o an sıçrayıp oturdum. Beynim uyuştu, gözlerim karardı. Sanki savaşı çıkaranlar o görüntüden utanacaklarmış gibi defalarca gösterdiler...
Bacağına saplanan ilk kurşunu hissedince yüzüne yansıyan acıyı gördüm.
Gencecik fidandı…
Yeni açılmış bir güldü...
Ailesinin umuduydu…
Yavukluydu…
O geleceği hakkında hâyâller kuran bir insandı!.
Ne günahı vardı? Kime ne kötülüğü dokunmuştu? Yaşıtları kız arkadaşlarıyla el ele dolaşıp, diskolarda eğlenirken o, cehennem ateşinden nasıl kurtulacağını düşünüyordu. O acıyı, o korkuyu o vahşi sonu hak edecek ne suç işlemişti? Ne oluyor, bana neden ateş ediyorlar diyen o çaresiz bakışlarını gördünüz mü? Kameranın olduğu tarafa dönüp yardım dileyen gözler, beynime dövme gibi kazındı... Dünden beri gözümün önünden gitmiyor.
Gözleri görmeyen bile bu acıyı yüreğinin taa derinlerinde hisseder. Peki, ona yaşam hakkı tanımayan kim? Dünyanın jandarması, köyün ağası... Ne istiyor? Petrolünü, canını, özgürlüğünü, namusunu, ekmeğini... O zaten aç, işsiz, ekmeksiz... Onlar, çaresizliğe, fakirliğe, açlığa mahkum edilenler. Cahil oldukları için birbirlerine düşürülenler...
Eliyle başına tutarak, üstüne dolu gibi yağan kurşunlardan korumaya çalışıyordu. O koruduğu başına biraz sonra kaç kurşunun saplanacağı hiç aklına geldi mi bilmiyorum. Belki o an bacağından vurulduğuna şükrediyordu kim bilir!
O çiçeğe durmuş taze bir fidandı. Bir insandı ve yaşamaya, mutlu bir aile kurmaya hakkı vardı. Ama leş yiyiciler, vampirler, sırtlanlar ona yaşam hakkı tanımadılar. Ülkesine zorla girip, evinin önünde öldürdüler.
Geçmişte yaşanan savaş görüntüleri henüz belleğimizden, göz bebeklerimizden silinmemişken, yirmi birinci yüzyılda bunu tekrar yaşamak çok acı. Ağlayarak terk edilen evler, ulaşılmaz yollara dizilen konvoylar, nereye ve kime sığınacağını bilmeyen acılı bedenler, her şeyden habersiz annesinin kucağında gülümseyen masum yavrular gözümün önünden hiç gitmedi. Gitmiyor....
İnsanlara bu acıları layık görenler, geceleri nasıl uyuyorlar acaba?
Bugünkü yazımı, değerli şair-yazar Timuçin Özyürekli’nin “Savaş Pilotundan Annesine Mektup” adlı güzel şiirinden alıntılar yaparak noktalamak istiyorum.16/3/06
Yalınayak, uzun saçlı, karagözlü bir çocuk
Rüyamda gelip duruyor karşımda
Kopmuş kolunun açık kalan damarlarından
Kan fışkırıyor üstüme
İç parçalayan çığlıkları boğuyor beni her gece
Bugün de çok çocuk öldürdüm anne…
Küçük kum tepelerinde karınca yuvalarıyla
Oynarken görüyorum çocukları
Onlar aç ve yoksul, soğuktan üşümüş
Çikolata-şeker yememiş, dondurma nedir bilmemişler
Oyuncakları olmamış, belki gerçek trenleri de
Bugün çok çocuk öldürdüm anne...
Turgut ERBEK / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
NE OLDU BİZE?
Sabahları günaydın diyerek gülümseyen insanlar nereye kayboldular! Sokakta gördüğüm herkesin suratı asık, gözleri fersiz...
Çocuklar azarlanmamak, terslenmemek için büyüklere bir şey sormaya korkuyorlar. Büyüklerdeki bu hava durumunu andıran değişikliklerin nedenini anlayamayan çocukların, ruhsal durumları nasıl olur bilen yok. O küçücük dünyalarında ne fırtınalarla boğuşuyorlar acaba?
“Seni seviyorum” diyerek saçları okşanmayan çocuklar nasıl büyürler? Çocuklar için sevgi, yeni dikilen fidana verilen can suyudur. Onu almadan büyüyemez, gelişemezler...
Geçim derdine öylesine daldık ki, çocuklarımızı unuttuk. Yüzümüze bakıp o günkü ruh halimizi anlamalarını bekliyoruz. Bizi nasıl anlayabilirler ki!...Gazeteler ve televizyonlar, sistemin sömürü aracı olan bankaları yüzünden sönen ocakların, yok olan yaşamların haberleriyle dolu. Gidenlerin bankerleri vardı, gelenlerin ise bankaları... Değişen bir şey yok.
Bu sisteme hazırlıksız yakalandık. Bizi kolumuzdan tutup aslanların, sırtlanların, leşkargalarının önüne attılar. Eğitimimiz ve kültürümüz bununla başa çıkabilecek düzeyde değil. Allayıp pullayarak, televizyon aracılığı ile gözümüze soktukları ürünlerin hepsine birden sahip olmaya kalkıştık. “Onda var bende neden olmasın?” mantığı bizi bitirdi. Ayağını yorganına göre uzatan bilinçli tüketiciler azınlıkta. Hele de tek maaşla ev geçindirenler... Ne yorgan kalmış, ne de ayak. Onlar şimdi ayaklarını karınlarıma kadar çekip, ana rahmindeki pozisyonu alarak düşüncelere dalmışlar...
Her gün yaşamla ölüm arasındaki çizgide gidip gelen yüz binlerce insan var. Ama çekilen acıya, sıkıntıya, ödenen her bedele karşın yaşam güzel...
Bir çocuğun gülümsemesindeki güzelliği nerede buluruz?
Ahmed Arif ne demiş:
öyle yıkma kendini
öyle mahsun, öyle garip...
nerede olursan ol
içerde, dışarda, derste, sırada,
yürü üstüne üstüne
tükür yüzüne celladın
fırsatcının, fesatçının, hayının...
dayan kitap ile
dayan iş ile
tırnak ile, diş ile
umut ile, sevda ile, düş ile
dayan rüsva etme beni!
Dayanıyoruz hocam...
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
ÇOCUK VE KİTAP
Bugün sizlere çocuklardan ve çocuk kitaplarından söz edeceğim. Geçen yıl İzmir’de yayımlanan “SATIR ARASI” adlı gazetede bir köşem vardı. Okuduktan sonra iyi olduklarına inandığım çocuk kitaplarını tanıtıyordum. (Ne yazık ki gazetemizin yaşamı da iyi insanlar gibi kısa oldu) Köyümün okuluna kütüphane kurma uğraşındayken, bildiğimiz büyük yayın evlerinin bir çoğundan tek kitap dahi alamadım. Ama gazete bana bir köşe ayırıp, çocuk kitapları tanıtmaya başladığım ilk sayıdan itibaren, kolilerle kitaplar gelmeye başladı.
“Ye kürküm ye,” diyen Nasreddin Hoca’nın yeri cennet olsun. Kitapların bazılarını değerlendirdikten sonra, köyde kurduğum kütüphaneye gönderdim. Amacım toplanacak olan kitaplarla başka bir köyde daha kütüphane kurmaktı, ama olmadı.
Bir dergiyle yaptığım röportaj sırasında:“Neden çocuk kitapları yazıyorsunuz?” diye sordular. Verdiğim yanıtı aynen şuydu: “Keşke yaşamım boyunca hep çocuklar için yazabilsem. Çocukların beyni boş bilgisayar disketi gibidir. Oraya ne yüklerseniz o kalır. Onlara verecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum. Çocuk edebiyatı olmayan bir ülkenin, edebiyat okuru da olmaz. Çocuklar bizim geleceğimiz, her şeyimizdir. Onlara edebiyatı sevdirmek biz büyüklerin görevi.
Çocuk kitaplarına, daha doğrusu çocuk edebiyatına hâlâ ikinci sınıf bir edebiyat gözüyle bakan insanlar var. Oysa bu çok yanlış. Çocuk edebiyatı görüldüğü kadar basit değil. Büyükler için yazmakla, çocuklar için yazmanın arasında çok fark var. Belli yaş gruplarına kitap yazarken, onların sözcük dağarcıklarını göz önüne almalıyız. Onların seviyesine inmeli, onlar gibi düşünmeli, gereksinim duydukları şeyleri iyi etüt etmeliyiz. Çağımızın çocukları çok zeki ve bilgili. Televizyon denilen ‘zaman canavarı’ (ben öyle diyorum) okumayan bir kuşak yetiştiriyor. Bunu önlemek için onlara kaliteli yapıtlar sunmalı, okuma ve kitap sevgisini aşılamalıyız,” demiştim.
İmzaya gittiğim her okulda, okul müdürüyle görüşerek, kitap alamayacak durumda olan çocukları belirleyip, imza sonunda yanıma getirmelerini söylerdim. Telif hakkı karşılında aldığım kitapların büyük bir bölümünü o çocuklara verdim. Onların gözlerindeki pırıltıyı eksiksiz anlatmam olanaksız.
Çocuklar / koşmak, oynamak / sevinmek, gülmek / isterler / onları ağlatmayın!/ diyen rahmetli Şair Nihat Aşar’ı unutmak mümkün mü?
Bugün kitapçıya gidip, çocuğunuza bir kitap almaya ne dersiniz.
Turgut Erbek
Ege'de Yaşam Gazetesi
TÜYAP
ÇOCUKLUĞUMDAKİ BAYRAMLAR
Kardeşimde benim gibi uyumazdı. Yastıktan başını yavaşça kaldırıp, "Ağabeyi, geceler gündüzlerden daha mı uzun?" diye soruşunu hala gülümseyerek anımsarım. Esnemesine ve gözlerinin küçülmesine karşın o da beni yalnız bırakmamak için direnir gibiydi. Tek arzumuz, yeni günün müjdeci olan horozların seslerini biran önce duyup, yüreğimizdeki sevinçle yataktan fırlamaktı.
Bayram sabahı, yüreğimizi davul gibi gümbürdeten sevinçle, avucumuza bozuk para koyan büyüklerimizin elini öperdik. Yüzümüzden öpüp entarisinin iç cebinden, çerçilere sattığı yumurtaların parasını çıkaran nenemizin, (dedemi hiç görmediğim gibi, dede sevgisini de yaşamadım) baba ve anamızın ellerinden öpüp, bağını koparmış tay gibi dışarı fırlardık... O bozuk paralar sanki avucumuzu ateş gibi yakardı. Yüreğimizin ve aklımızın bir tarafı oraya yoğunlaşırdı. Elimizi hiç açmayacakmışız gibi sıkıca yumar ne alacağımızı hızla düşünmeye, neler yapacağımızı düşlemeye başlardık. İçimizden taşan sevinç çığlıkları, bir yorgan gibi tüm seslerin üstünü örterdi.
Seslerimizin çınlayarak bize geri gelmesini sağlayan kayalıkları anımsıyorum. Gelinlik giymişçesine beyaza bürünen tepeleri, üstümüzde özgürce kanat çırpan kargaları... Şarkı söyler gibi guruldayıp, ahırların bacasından girip çıkan paçalı güvercinleri... İçlerinden birini yakalamak için onlara sinsice yaklaşan kocaman kedileri.. Yüreğimiz avucumuzda, bir solukta gittiğimiz is ve küf kokan köy bakkalları da belleğimden silinmedi henüz.
Elimizde eriyip parmaklarımızı birbirine yapıştıran akide şekerlerini... Kardan adam yapışımızı... Jilet gibi keskin ayazda keçeleşen parmaklarımızla, zonklayan ayaklarımızla ve kopup düşeceklermiş gibi kızarıp uyuşan kulaklarımızla kızak yarıştırdığımız yılları... O siyah beyaz fotoğraf kareleri, geçmişten gelip gözümün önüne bağdaş kurarak oturuveriyorlar. Küçücük yüreklerimize sığmayan düşlerimiz vardı. Gözlerimizin parlamasını sağlayan, bizi yerimizde duramaz hale getiren sevinçlerimiz... Bazen, teknolojinin insanları robotlaştırmadığı, sevginin ve saygının eşit paylaşıldığı yılları özlemiyor değilim. Kapı kapı dolaşıp, kayısı hoşafı, erişte pilavı ve kurban etiyle karnımızı doyurduğumuz yılları...
Artık hiçbiri yok...
Ne çocukluğumuz, ne de ölecekleri hiç aklımıza gelmeyen büyüklerimiz. Kaybettiklerimizin yokluğunu kabullenemiyoruz. Geride bıraktığı boşluğu bir türlü dolmayanları... Sesleri kulaklarımızda, görüntüleri göz bebeklerimizde donup kalanları... Bizim kuşak aslında eski bayramları değil de o yılları, o insanları arıyor galiba.
Her bayram kaybettiklerimizle birlikte, onlarla yaşadığımız anılar bir türlü yakamızı bırakmıyorlar. Sökülüp çıkarılmaları olanaksızmış gibi yapışmışlar belleğimize. Bazen, "Eski bayramlar nerder?" diye yakınıyoruz ya, bence bu gereksiz bir hayıflanma. Bayramlar yine aynı ama çocuklar için. Galiba bizler çok uzun yaşadıklarını sandığımız, babamızın ve annemizin yaşına gelmiş olmayı kabullenemiyoruz.
Her gününüzün bayram sevinciyle geçmesi dileği ile...
30 Aralık/2006 - Kars Haber Gazetesi
DOĞU CEPHESİ HEP AYNI
Hiçbir dönemde, hiçbir hükümet zamanında o yörenin yazgısı değişmedi. 1980 öncesi okuma-yazma oranı en yüksek olan kentti. Demokrasiye geçiş döneminde “Evet” oyunun en yüksek çaktığı kentti... Yine 1982-83 yıllarında, toprağı, insanları ve hayvanlarıyla 50 milyara satılığa çıkardıkları sahipsiz kentti... Kışın eksi kırk dereceye kadar düşerek, canlıları donduran zemheri fırtınalarının, amansız tipilerin başladığı zaman, ocak ayının ikinci haftasıdır. Bunu yöre insanları bilir ama nedense o öğrencileri yola çıkaranlar, bizi yönetenler, taşımalı eğitimi batıya göre uygulayanlar bilmezler. 18 Ocak 2007 Çarşamba akşamı haberlerde donma tehlikesi geçiren 18 öğrenciyi görünce gözyaşlarıma engel olamadım.
O an 42 yıl öncesine gittim...
1965 yılının ocak ayının yine aynı günleriydi. Köylerinde okul olmadığı için komşu köye giden ve yolda donma tehlikesi geçiren çocukların romanını yazarak 1997 İş Bankası 12-15 yaş grubu Çocuk Edebiyatı Büyük Ödülü’nde “Başarı Ödülü” almıştım. Aradan geçen onca yıla karşın, hala bir şeylerin değişmediğini görünce gözlerim karardı, beynim uyuştu, yüreğimin bamteli sızladı. O yıllarda yaşadıklarımızı anımsadım, hem de boğazımı yumruk gibi tıkayan soluğumla, yüzümde yuvarlanan gözyaşlarımla...
Ya o çocuklar köyden uzakta, amansız bir yerde kalmış olsalardı, ya göz gözü görmek tipide yoldan çıkıp bir dereye yuvarlansalardı, ya askerler yetişip onları kurtarmasaydı o çocukların hali ne olacaktı? Allahüekber Dağları’nda donarak şehit olan askerler gibi o fidanların cesetleri kurtlara, kuşlara yem mi olacaktı? Kapanan köy yollarının açılması, ulaşımın rahat sağlanması çok mu zor. O öğrencilerin okula nasıl gelecekleri hiç mi aklınıza gelmez.
Ey yetkililer, ey sorumlular, Anadolu’ya sahip çıkıp sorunlarıyla ilgilenmezseniz, o insanları eli sizin yakanızdan düşmeyecek, bunu böyle bilesiniz.
Bu günkü yazımı, genç yaşta kaybettiğimiz Kars’lı ozan Öztürk UĞRAŞ’ın kenti için yazdığı şiirden bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum.
Elli milyara satılan şehrim/ anam avradım olsun ki/ seni gözyaşımın rengi gibi severim / ilkyaz çiçeklerinden/ yada Rus Saldatlarınınkirli /destanlarından söz edelim mi /sen benim yüreğimin toprak bütünlüğüsün
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
BİR BAHAR GÜNÜ
Dün İzmir'de tam bir bahar havası vardı. Saat 16'dan sonra işyerinden çıkıp, kendimi kırlara atmak geçti içimden. Arkadaşım da benim gibi düşünmüş olmalı ki, “Hadi arabaya atlayıp kırlara gidelim,” dedi. Bir sevinçle arabaya binip yola koyulduk. Üst üste dizilmiş konserve kutularını andıran binaları geçip, şehrin dışına çıkınca yemyeşil tepelere yöneldik...
O yıl yaylada rahat, kırlarda özgürdüm. Çiçeklerle bezenmiş yeşilliklere sırtüstü uzanıp, temiz havayı ve mis gibi kokuları içime çekiyordum. Bazen de bulutlara yaklaşan tepelere çıkarak kocaman taşların arasına uzanır, o tarif edilmez sıcaklığa bedenimi yayarak gevşeyip kendimden geçerdim. Yüzümü okşayan güneşe bakarken, gözlerimin kamaşması bile hoşuna giderdi.
Taşlara tırmanan kertenkeleler beni görünce otların arasına dalar, uğurböcekleri gelip elime konardı. Çiçeklere konan arılar, otların arasında dolaşan diğer canlılar farklı güzellikler, doyulmaz melodiler yaratırdı.
Üstüme kapanan sonsuz maviliğe bayılırdım. Pamuk bulutların oluşturduğu farklı şekiller, akıllara durgunluk verecek kadar güzeldi. Karşılıklı gelen beyaz bulutlar, birbirlerini toslamak için koşan koçlar gibiydiler. Çarpışmalarından, birbirlerinin üstünden aşıp uzaklaşmalarından büyük zevk duyardım.
Burnuma dolan çiçek kokuları, etrafımda dans eden kelebeklerin güzellikleri doyumsuz bir tattı. Yanımı yöremi saran sarı ve beyaz papatyalar başlarını, günebakan gibi güneşe çevirmişlerdi. Yeşilliklerin arasında gül gibi yükselen gelincikler, halı deseni menekşeler, kırları doyumsuz bir renge bürümüştü... Hafif bir esintide kokularını yayarak, nazlı nazlı sallanışlarına can dayanmaz.
Kuzuları emzirmek, en çok sevdiğim işlerden biriydi. Kuzusunu arayan koyunun melemesi, insan ağlamasına benzer. Annesini bulmak için oradan oraya koşan kuzuların gözünden yaş geldiğini gördünüz mü bilmiyorum? Bir yanda kuzuların, diğer yanda ise koyunları sesi ortalığı çınlatırdı.
Bütün koyunlar yavrularını bulduktan sonra, kulakları sağır eden meleme sesleri bir anda bıçak gibi kesilir ve kuşların cıvıltılarından başka ses duyulmaz olurdu...
Düşlere öylesine dalmıştım ki, kolumu dürten arkadaşım kuzulara bakarak iç çekip:
"Ne köylü olabilirdik, ne de şehirli," dedi inleyen bir sesle.
Koyunların yanımızdan geçip uzaklaşmalarını seyrettikten sonra yeşilliklere uzanıp, hayal dünyamıza daldık...
Turgut Erbek / Ardahan Gazetesi
YAZAR OLMAK
Son zamanlarda Milliyet Blog’da okuduğum yazıların pek çoğunda, bazı arkadaşların yazar olmayı hayal ettiklerini anlıyorum. Yazarlık nedir, nasıl yazar olunur? Öncelikle şunu belirmekte yarar var. Yazarlık Tanrı vergisi bir yetenektir. Bazı insanlar belli bir yetenekle donatılmış olarak doğarlar. Tanrı kimilerine iyi bir ses, kimilerine resim yapma, kimilerine ise gözlem gücü ve yazma yeteneği vermiştir. Bazıları bu yeteneğini değerlendirir, bazıları ise farkında olmaz.
Ben yazar olacağım demekle de yazar olunmuyor. Dün gibi anımsıyorum, 1973 yılında daha ilköğretim çağındayken, beni kitaplarda tanıştıran dayıma, ileride yazar olmayı düşlediğimi söylemiştim. “TİPİ” adlı ödüllü ilk çocuk romanım, 1998 yılında T. İş Bankası Kültür yayınları tarafından basıldı. Ama kolay olmadı. Çok okumak, çok yazmak ve çok engeller aşmak gerekiyormuş. İnsanoğlunun isteyip de başarmayacağı hiçbir şey olmadığını düşünüyorum.
Bence yazarlık, yaşadığını gelecek kuşaklara kanıtlamaktır. Sıradan bir insan olmadığının belgesidir. Öldükten sonra yaşamaktır. Ölümsüzlüktür. Çağına tanıklık etmektir. Halkın sözcülüğünü yapmaktır. Sorunları dile getirmek, çözüm yollarını göstermektir.
Yazarlık, uzaktan bakınca çekici ve ulaşılmaz görünebilir. Fedakârlık, zaman, sabır ve sevgi ister. Bir yandan geçim derdiyle boğuşurken, diğer yandan da yazmak pek kolay değildir. Eşinden, işinden ve çocuklarından çaldığın zamanı ona vermek zorundasın. Bazen günlerce tek kelime bile yazamadığın olur. Bocaladığın, hayal kırıklığına uğradığın zamanlar olur. Önemli olan yılmamak, ben bu işi başaracağım diyerek devam etmektir.
Yazarlık, bir kamyon dolusu inciyle (inci diyorum, çünkü güzel Türkçe’mizin her kelimesi bir incidir) bir saray yapmaktır. Onları üst üste, yan yana dizerek oluşturduğunuz görkemli eseri bitirip, uzaktan seyredince onun verdiği hazza doyum olmaz. Ama iş bununla da bitmiyor. Günümüz yayıncıları, gecenizi gündüzünüze katarak meydana getirdiğiniz eserin niteliğine, neyi ve nasıl anlattığınıza değil, tecimsel (ticari) düşünerek ne kadar satacağına, kendilerine ne kadar para kazandıracağına bakıyorlar...
A. Aynştayn, “Hayal gücü bilgiden çok daha önemlidir,” demiş. Ne kadar güzel cümle kurarsanız kurun, yazım kurallarını ne kadar iyi bilirseniz bilin, hayal gücünüz yoksa hiçbir yere varamazsınız. Bence, hayal gücü öyküde ve romanda süsleme sanatı gibidir. Beyaz bir masa örtüsü düşünelim, onun kenarlarına tığla süs yapıp, bazı yerlerine çiçek desenleri işlediğiniz zaman göze daha hoş görünecektir. İşte sırrı burada yatıyor.
Yazmakta olduğunuz konu ne kadar birebir yaşanmış olursa olsun, hayal gücünüzle süslemediğiniz sürece çok yavan kalacak ve bir yerlere varamayacaktır. Bu noktada, yazar hayal gücünü kullanarak olayın içine başka mekânlar, kişiler katarak genişletmek, heyecan katmak zorundadır. Bunun bilincindeyseniz hiçbir sorunla karşılaşmazsınız.
Diyelim ki aylarca, belki de yıllarca beyninizde dolanıp duran bir romana ve ya öyküye yüreğinizdeki coşkuyla başladınız. Benim gibi kış aylarında sobasız odalarda ayağınızın altına minder koyup, dizlerinize battaniye atarak bitirdiniz. Bu işin eğitimini almadıysanız, o işten anlayan birine okutmadıysanız işiniz biraz daha zor. Çünkü gözünüzden kaçan yanlışlar, fazlalıklar, tekrarlar ve eksikler mutlaka olacaktır. Her yazar dilbilimci ve editör değildir. (En azından ben öyle değilim. Çünkü yetmişli yılların karmaşasında liseyi zar zor bitirdim.) Bilgisayarda hataları pek göremezsiniz. En mantıklısı yazdıklarınızın çıktısını alarak yeniden okuyup, anlatımdaki akıcılığı bozman ilaveler yapmak, fazlalıkları çıkarmaktır.
Her şeyden önemlisi ne yazmak, nasıl yazmak istediğinizi uzun uzun düşünün. Çünkü bir yazarı diğerinden ayıran tek şey üslubudur. Birilerini taklit etmekten kaçının ve kendinize göre bir üslup belirleyin. Hangi şekilde anlatmaktan hoşlanıyorsanız, öyle yazın. Yani birinci tekil şahıs ağzıyla mı, yoksa üçüncü bir gözle mi daha rahat yazabiliyorsunuz, bunu deneyin ve yazmaya daha sonra karar verin. İşlenmediğini düşündüğünüz çarpıcı bir konuyu ele alın ve bir ön araştırma yapın. Anlatacağınız yerleri iyi bilmeli, mekân tasvirlerini iyi yapmalısınız. Başka yazarlar nasıl yazıyorlar bilmiyorum ama ben bilmediğim bir çevreyi, yüreğimde hissetmediğim bir olayı yazmakta zorlanıyorum. En doğrusu bildiğiniz çevreyi ve insanları yazarak işi başlamak. Kendinize has bir diliniz olsun.
Çocuk kitapları yazmayı düşünüyorsanız uzun cümlelerden ve ağdalı yazmaktan kaçının. Hangi yaş grubuna yazmak istiyorsanız, ona göre bir dil seçin. O yaş grubun iyi tanımalı, gelecekle ilgili hayallerini, beklentilerini bilmelisiniz. Geçmişi anlatacaksanız, o yıllardaki olanakları, giyimleri, kullanılan araç ve gereçleri araştırın. Sonrası kolay, çünkü içinizdeki çocuk size yol gösterecektir. Yıllarca emek verdiğiniz eseri bitirdiğinizde, bastırmak için gönlünüzden geçen bir yayınevine göndermek istiyorsunuz. Öncelikle o yayınevini iyi incelemeniz, ne tür kitaplar bastığını öğrenmeniz gerekiyor. Çünkü bazı yayınevleri sadece fantastik öykü ve romanlara önem veriyorlar...
Yazı dizimin ilk iki bölümünde yazma konusundaki görüşlerimi belirtmiş, yazmak isteyenlere haddim olmayarak bazı önerilerde bulunmuş, deneyimlerimi aktarmıştım. Asıl zorluğun, kitabın yayımlanma aşamasında yaşandığını söylersem sakın hevesiniz kırılmasın. Öncelik şunu belirtmekte yarar var. Gerçekten birçok yayınevi zor durumda, çünkü kitap satılmıyor. Kitap fuarlarındaki stantlara şöyle bir bakarsanız, gerçeği görürsünüz. Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki ne siz sorun, ne de ben anlatayım,.
Diyelim ki bir yayınevine dosya gönderdiniz ve heyecanla alacağınız yanıtı bekliyorsunuz. Bir süre sonra o dosya gerekçesiz olarak reddedilir ve adresinize geri gönderilir. Bir tek sayfası okunmadan, bir çizik dahi çekilmeden, hatta gönderdiğiniz zarf bile açılmadan. (Bunu yaşadığım için biliyorum.) Bazıları da bir kapak yazısı yazarak, “Bu yıl çıkaracağımız kitapların planını geçen yıldan yaptığımızdan dolayı, üzülerek dosyalarınıza yer veremiyoruz. Başka bir yayınevinde değerlendirmeniz dileği ile...” diye kısa bir yazı yazarlar. Emeğiniz elinizde öylece kalakalırsınız. Yazıya, yazmaya küsersiniz. Moraliniz bozulur. Sonra kendinizi toplayarak başka bir yayınevinde şansınızı denersiniz.
İşin bir başka boyutu var ki, o daha vahim. Siz elinizdeki dosyalarla yayınevi aramakla uğraşırken, maddi durumu iyi olan, sadece isminin duyulmasını isteyen bazı yazar arkadaşlar kitabının piyasaya çıkması için, kendi kitaplarının haricinde o yayınevinden çıkacak birkaç kitabın maliyetini de karşılıyorlar. Hal böyle olunca da benim gibi emeğinin karşılığı olarak telif hakkı isteyen yazarların kitapları ortada kalıyor. Peki, aylarca, yıllarca emek verdiğimiz yapıtlardan birkaç kuruş kazanamayacaksak bunun ne anlamı kalıyor? Emek bu kadar ucuz mu, bu iş bu kadar basit mi? Siz hiçbir doktorun bedava muayene ettiğini, bir avukatın davalara para almadan baktığını gördünüz, duydunuz mu? Bunu istemek o insanların hakkı, çünkü o noktaya gelene kadar yıllarını vermişler ve emeklerinin karşılığını da almaya hakları var. Buna kimse itiraz edemez ve etmemeli de. Bu emeğe saygıdır.
Şimdi size bu konuya uygun bir öykü anlatacağım. Ünlü bir ressama giden varlıklı bir kadın, boğaza bakan yalısında kendisinin bir portresini yapmasın ister. Ressam da kabul eder. Yalıya giden ressam, kadının portresini on dakikada bitirir ve de karşılığında yüklü bir ücret ister. Kadın itiraz eder ve der ki, “Sayın üstadım, on dakikada yaptığınız bir portre için bu ücret çok değil mi?” Ressam gayet sakin bir şekilde, “Kırk yıl, artı on dakika hanımefendi,” der. “Ben bu mesleğe kırk yılımı verdim.” Şimdi bir düşünelim, bir yanda kendi kitabının masraflarını karşıladığı yetmezmiş gibi, yayınevinden çıkacak birkaç kitabın da maliyetini karşılayan birileri varken, telif hakkı isteyen benim gibi yazarların kitaplarını hangi yayınevi basar? Peki, kalemiyle geçinmek isteyen insanların hali ne olacak? Elinde başka bir iş gelemeyen, kendini yazmaya adayan insanlar ne yiyip ne içecek, nasıl geçinecekler?
Son zamanlara dikkatimi çeken başka bir şey daha var ki, değinmeden geçemeyeceğim. O da yazarlar arasındaki gruplaşmalar. Aktif çalışan bazı yayınevlerinin sözleşmeli ve köşe başını kapmış belli başlı yazarları var. Bazıları birer grup oluşturmuşlar ve aralarına çok az insan girebiliyor. Yani anlayacağınız o gruba mensup değilseniz, onlarla beraber olmuyor, onların yazdıklarına benzer şeyler yazmıyorsanız, kitabınızın o yayınevinden çıkması bir hayli zor. (Bu konuyla ilgili yaşadığım sıkıntıları, 2003 yılında İstanbul Kitap Fuarı’nda Yaşar Kemal’le yaptığımız sohbeti ileri bir tarihte anlatacağım.)
Eskiden, "Ne yazdığın değil, nasıl yazdığın önemlidir," derlerdi. Günümüzde ise bu tam tersine dönmüş durumda. Kitapçı vitrinlerine ve çok satanlar bölümlerine bir bakarsanız ne söylemek istediğini anlayacağınızdan eminim. Birisiyle yaşadığı ve sadece ikisi arasında kalması gerekenleri yazarak, bir eser yarattım sevdasıyla çıkarılmış birçok kitap var. Tabii ki bunlarda olacak, ama genellikle pirim yapan ve çok satanlar bunlar olunca işin boyutu değişiyor...
Günümüzde hala 1800'lü yıllarda yazılmış klasikler okunuyorsa, bu bizim eksikliğimizi, hala onların ayarında bir eser üretemediğimizi gösteriyor. Bazılarının edebiyata katkıda bulunmak ve yarınlara kalacak bir eser üretmek gibi bir düşünceleri yok. Amaç iyi bir reklâmla çok satmak ve biran önce köşeyi dönmek... Hal böyle olunca da ortalıkta cinsellik, aldatma ve de fantastik yapıtlar cirit atıyor.
Yüz binlerce YTL harcanarak, haftada bir seri üretime geçen TV dizilerine bir bakın. Hiçbir odada kütüphane görebiliyor musunuz? Hiçbir dizi oyuncusunun, hiçbir çocuğun elinde kitap gördünüz mü? Bilinçli olarak gerçeklikten uzak diziler çekerek insanları uyutmaya, gençlerin beyinlerini uyuşturmaya, şaşalı bir yaşama özendirmeye çalışıyorlar. Birçok dizide kahramanların konuştuğu dile Türkçe demeye bir şahit ister. Hal böyle olunca da dilini konuşamayan, okumayan, sorgulamayan, marka giymeye özendirilen, üretmeden tüketen bir gençlik yetişiyor. Köy Enstitülerinin kapatan ve 80 sonrası kitap yaktıran zihniyet hala iş başında. Beyinlerini yıkayıp, kitaplardan uzak tuttukları gençleri istedikleri yöne çekmeye, istedikleri amaç uğruna kullanmaya hazır hale getiriyorlar.
Çocuk kitaplarında bile gerçekçi romanların ve öykülerin yerini, uzay çağında çalı süpürgesiyle uçan insanlar, büyücülük okulları gibi mantık dışı olaylar, cinler, periler, yarı insan yarı hayvan yaratıkların maceralarını anlatan kitaplar almış. H. Potter'a özenerek uçmaya çalışan kaç çocuğun hayatını kaybettiğini biliyor musunuz? Fantastik öykü ve romanlara itirazım yok. Çocuğun hayal dünyasını geliştirmesi açısından bazı yapıtların yararlı olduğuna da inanıyorum. Bu türde yazılmış güzel kitapları (onların da çok sattıklarını görmedim) saymaya kalksam sayfa yetmez. Ama, bunun yanında gerçekten güzel bir dille yazılmış, ayağı yere basan yapıtlara da yer vermek, hak ettikleri ilgiyi göstermek gerekmiyor mu?
Çocuklarımızın körpecik beyinlerini yıkayan, gerçek dünyadan uzaklaştıran kitapların günlerce reklâmını yapıp, insanların ilgisini dorukta tutmayı başarıyorlar. Öyle bir reklâm bombardımanı tutuyorlar ki inanamazsınız. Reklâmlar öylesine etkili oluyor ki okuyucuya, o kitabı almadıkları zaman kendilerinde bir eksikliğin olacağını düşündürüyorlar adeta. Bir bakıyorsunuz kitap daha piyasaya çıkmadan yüz binlerce sipariş almış oluyor.
Milyonlarca çocuk işçisi olan, çocuk nüfusunun büyük bölümü köylerde yaşayan bir ülkede, onlara hitap edecek, yaşamlarından kesitler sunacak kitaplar nerede? Ben bu işe soyunurken belli bir amacım vardı. Çağdaşlarımdan farklı olmayı kafama koymuştum. Onların yazmadıklarını yazacaktım. Amacım binlerce smokin giymiş insanların arasında beyaz takım elbiseli olmaktı. Köyü yazan bu diye parmakla gösterilmekti. Hep bu uğurda çalıştım. Bazıları eserlerimin ismini, bazılarının ise içeriklerini çalarak tersyüz edip piyasaya sürdüler.
Bugünkü yazıma son vermeden, sizlere ülkeye sadece yaşadığı kentten bakan ve köyleri yok saymaya çalışan bir zihniyetle yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum.
Bazı yayınevleri köy mekânlı çocuk romanlarını ve öykülerini özel okullarda satamadıkları gerekçeyle dosyalarımı geri çevirdiler. İsmi bende saklı başka bir yayınevi ise, aynı nedenle dosyalarımı iki yıl bekletti. Daha sonra, "Hocam, kentte geçen öyküler ve romanlar yazın, onlar daha çok satıyorlar," dediklerinde, "Siz bana ne yazacağımı söyleyemezsiniz. Önünüze gelen dosyayı basıp basmamakta serbestsiniz," diyerek dosyaları alıp orayı terk ettim. Bir gün mutlaka kitaplarımı basacak bir yayınevi bulacağıma inanıyorum...
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
Bugün sizlere bilinçli ve aydın insanların yarattığı bir güzellikten söz etmek istiyorum. Bu güzelliğin adı İzmir’in Urla ilçesine bağlı Bademler Köyü. (Yani, öyküsünü Necati Cumalı’nın yazdığı “Susuz Yaz” filminin çekildiği köy)
BADEMLER KÖYÜ
1999 yılında o köyde düzenlenen “Şiir Gecesi”ne davetliydim. İki otobüs dolusu basın mensubu, şair ve yazarlar olarak yola çıktık... Urla Belediye başkanı bizleri, köyün yakınlarında ve yol üzerinde bulunan bir konaklama tesislerinde ağırladı. Yemekler yendi, sohbetler yapıldı. Tanışmalar, kaynaşmalar...
Köyde yapılacak şiir gecesinin nasıl olacağını, iyi niyetlerle kafamda canlandırmaya çalıştıysam da beynimde güzel bir görüntünün belirmesini beceremedim. Fakat yanıldığımı oraya gidince almadım. Gittiğimiz yere köy demeye bin şahit ister. Dükkânları, mağazaları, İlkokulu, ortaokulu, lisesi, kütüphanesi, kuaför salonları, lokantası, ailecek gidilecek kafeteryası, kısacası aklınıza gelebilecek her şey vardı. Önlerinde asma çardağı bulunan, yan yana iki kahvehane... Biraz dinlenmek ve birer bardak çay içmek için bizi buyur ettiler. Ama okey onamak, kumar oynamak yasak... Bazıları satranç oynuyor, bazıları dama... Bir köşede edebiyatla sanatla ilgili sohbetler yapılıyor, diğer köşede ise kooperatif faaliyetleri anlatılıyor, yapılacak işler paylaşılıyor, köy yollarının yapımı konuşuluyordu.
Saat 19.45’te kalktık ve etkinliğin yapılacağı yere doğru yürümeye başladık. Bakkaldan çıkan bir çocuk ilişti gözüme. Elindeki çikolataya ağzına atıp yolun karşı tarafına doğru koştu. Yaşlı bir adam çocuğun arkasından kızgın sesle, “O kâğıdı yerden kaldır ve götürüp çöpe at!” diye bağırdı. Çocuk geri dönerek, biraz önce yere kâğıdı aldı ve götürüp köşedeki çöp tenekesine attı. Beynim uyuştu. Ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırdım. “Acaba burası gerçekten bir köy mü, yoksa beni mi kandırıyorlar,” dedim içimden.
Saat 20’de başlayacak şiir ve söyleşiye kimselerin rağbet etmeyeceğini düşünüyordum. Ben de köy çocuğuyum ya, kendi köyümden bilirim köylüyü! Cenaze ve düğünler dışında kimse bir araya gelmez! Karşımıza kocaman bir tiyatro binası çıktı... Ağzım açık kaldı. Bir süre öylece durup, hipnotize olmuş gibi binayı seyrettim. Önündeki çimenlere, çeşitli renkteki çiçeklere, güllere, ağaçlara büyülenmiş gibi baktım... Şaşkınlığımı belli etmeme çabasındaydım, ama başardığımı sanmıyorum. Hayran olmamak elde değil. Görmesem inanmazdım.
Tiyatro salonu oldukça büyük... Yumuşacık kırmızı koltuklar, yaşlılarla, gençlerle, gelinlerle dolmuştu. Bir kişilik bile boş yer yoktu ve birçoğu ayaktaydı. Bizi güler yüzle karşılayıp, dostça tokalaştılar. Sahnenin önündeki birkaç sıra koltuk, konuklara ve şairlere, yazarlara ayrılmıştı. Sahne oldukça geniş ve iki taraflı basamaklara çıkılıyor. Perdenin arkasında ise kulise açılan kapısı var. Daha sonra öğrendim ki, ayda birkaç kez burada tiyatro oynanırmış. Oyuncular kim biliyor musunuz? Tabii bilemezsiniz, çünkü ben de duyunca inanmadım. Köyüler… Köyde okuma yazma oranı yüzde yüz. Gençlerin yüzde yetmişi lise ve üniversite mezunu... Ortaokul mezunu olan yok. Bakkallar günlük gazete ve dergi satıyorlar. Hatta köyde bir yayınevi bile kurmuşlar...
Bağlamanın yürek sızlatan tınısıyla okunan şiirler uzadıkça uzadı. Ne yerinden kıpırdayan oldu, ne de kalkıp giden. Herkes saygıyla dinliyordu. Saat 22’e on beş dakika ara verilince, kimsenin salona geri dönmeyeceğini düşünmedim desem yalan olur. Her zamanki gibi yine yanıldım. Herkes sessizce yine kendi yerine oturdu. Ayakta seyredenler bile yine aynı yerlerini aldılar...
Saatler gece yarısını çoktan aşmıştı. Ne yerinden kıpırdayan vardı, ne de çatlak bir ses duyuluyordu. Kapanış konuşmaları ve teşekkürler, katılımcı şairlere, yazarlara, konuşmacılar çiçekler... Kapıya dizilen yaşlılar ve gençler elimizi dostça sıkarak, katılımımızdan dolayı teşekkür ettiler... Zaman su gibi akıp gitmişti. Ama boş geçmemişti. Şiirin büyülü saatleri hepimizi mutlu, yaşamımızı anlamlı kılmıştı.
Bizi kente götürecek otobüslere binip yola çıktık. Köyün içinden geçerken bizi kahvehanelerin önünde otobüslerden indirdiler... Masalara kurulduk. Köyde kimseler uyumamıştı. Çoluk çocuk hep sokaklardaydı. Onca insana gecenin o saatinde nefis tarhana çorbası ikram ettiler. Gelinlik kızlar, delikanlılar, yaşlılar hizmet yarışına girişmişlerdi. Kendimi başka bir gezegende sandım. Gözlerim dolmadı, dudaklarım titremedi desem de inanmayın. Birinin beni çimdiklemesini ve gördüklerimin, duyduklarımın bir düş olmadığını söylemesini isterdim. Nefis kokular yayarak, buharı tüten çorbayı yudumlarken aklıma bizim köyler geldi...
Utandım... Neden mi?
Cahilliğimizden, geri bırakılmışlığımızdan, köylerdeki yaşantının ne kadar kısır oluşundan, insanların edebiyattan, sanattan uzak kalışından... Dükkânlara ve kahvelere doluşup kumar oynayıp, boş konuşmalar yaparak zaman öldürenleri düşündüm. “Zamanı nasıl öldüreceğini düşünen bir insan, zamanın kendisini nasıl öldürdüğünü düşünmeyen bir insandır,” diye söylediğim sözün anlamını kavrayamayanlar geldi aklıma. Bir atı, bir iti överek böbürlenen cahilleri anımsadım... Uzay çağındayız ama bizim yörede değişen bir şey yok. Hâlâ aynı yerdeler, hala dedelerinin yaşantısını sürdürüyorlar... Bir santim bile ilerleme yok. Okuma alışkanlığı yok, bir şeyler öğrenme azmi ve üretme düşüncesi yok. Köyümün her tarafından su fışkırmasına karşın, bir ark açıp da tarlasını sulamak isteyen, bir şeyler yetiştirmek amacıyla bostan eken yok. Yok, yok.... Bol çocuk var, geçim sıkıntısı var... İşleri güçleri onun bunun kırığını, yanlışını aramak, “Bu ikisini birbirine nasıl düşürür, sonra da kavgalarını seyrederim,” zihniyeti.
Gelin bu güzellikleri birilerine anlatalım. Biz göremesek bile, bizden sonrakiler bu güzellikleri görsünler, yaşasınlar... Köylerimiz birer kültür yuvası olsun. Köylerimizde halı, kilim tezgâhları işlesin, arıcılık yapılsın, kooperatifler kurulsun. Köyün gelişmesinden, köylünün aydınlanmasından korkarak, Köy Enstitülerini kapatan zihniyet, oraları yıllardır ihmal etmiş, bilinçli olarak cahil bırakmış. Oralar siyasilerin oy depolarıdır. İnsan olarak değil de, seçim zamanları oy olarak sayılanlardır... Onlara sevgiyle yaklaşıp, anlayabilecekleri bir dille yapılabilecek şeyleri anlatalım... Onlara kendi ayakları üzerinde durmayı öğretelim. Yaşamlarını anlamlı bir hale getirelim. Kimselere muhtaç olmadan yaşamanın tadına onlar da varsınlar ve yaşamlarını insana yakışır bir şekilde sürdürsünler.
Elinde olanakları olanlar, yukarıda sıraladığım güzel işlerden birini kendi köyünüzde başlatmaya ne dersiniz? Hadi bir mum da siz yakın. Hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız. Köylerimizi birer Bademler yapalım. Bademler çiçek açsın ve ülkenin her yerine yayılsın. Bu ülke ve kaderine terkedilmiş o insanlar bizim.
Turgut ERBEK / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
Yaşamın akıntısına kapılıp doludizgin giderken bu karmaşanın, bu keşmekeşin arasında kendimizi ne kadar düşünüyoruz acaba? Geçen her saniyenin ve her dakikanın yaşamımızı kısalttığının bilircinde miyiz? Kaçımız sağlıklı bir yaşam sürüyoruz? Aldığımız eşyaların taksitlerini, faturaları, kasabın, manavın parasını, vergileri günü gününe yatıran bizler, acaba sağlığımızı onların yarısı kadar düşünüyor muyuz? Hiç sanmıyorum. Dişimiz ağrıdığı zaman doktora gitmekten korktuğumuz için, ya çürüyüp diğer dişlere de zarar verdiği zaman gideriz, ya da dayanacak gücümüz kalmadığı zaman. Daha önce bir ilaçla veya basit bir tedaviye iyileşecek olan yaralarımız kangrene dönüşmeden aklımız başımıza gelmez. İşte o zaman iş işten geçmiş olur ki, bunun geri dönüşü olmadığı gibi, pişmanlığı da yarar sağlamaz.
Ankara’da yaşayan bir amcam var. Kendimi bildim bileli, demli çay ve sigaranın dışında doğru dürüst bir şey yediğini görmedim. Sabahları uyanınca gözünün çapağını yıkamadan sigaraya sarılırdı. Dokuz yıl önce kalp damarlardan iki tanesi değiştirildi. Üstelik rahmetli babamın ölümünden bir hafta sonra sağ tarafına felç gelmişti. O günden sonra ne konuşabildi, ne de koltuk değneği olmadan ve yardım alamadan yürüyebildi. İyileştikten bir hafta sonra yine sigaraya devam etti. Ta ki, sağlam olan ve ihtiyacını karşılayacak kadar onu yürüten bacağındaki damarlar tıkanıp, kangren olana kadar. Bacağın kesilmesi için önce, ikisi %100, biri ise %80 tıkalı olan kalp damarlarının değişmesi gerekiyordu.
Ameliyattan sağ çıkma şansının az olduğunu bildiğim için, içimden. “Güle güle amca, Allah yardımcın olsun. Bir daha görüşemezsek de hakkın helal et. Belki bugün acıların son bulacak. Eğer öyle olur da odana dönmezsen, babama da selam söyle. O yaşamı boyunca bana, ben de ona “seni seviyorum” demesini beceremedik. Ama onu çok sevdiğimi ve özlediğimi lütfen söyle,” demek istediysem de beceremedim. İki gün yoğun bakımda kaldı. Hastanenin önündeki ceviz ağacının altında sabahladım. Yıldızlara ve aya bakarak, acı çekmemesi için bildiğim tüm duaları sıraladım.
Ama o yine kurtuldu ve odasına döndü. Üç gün sonra doktorlar yanına gelip, sol bacağını dizden yukarı otuz santimden kesmeleri gerektiğini söylediklerinde rengi simsiyah oldu. Yaptığı işaretle asla kestirmeyeceğini söyleyerek bağırıp çağırdı. Herkesi odadan kovdu. Bir süre sonra, beni yanına çağırdı ve gömleğimin cebindeki sigaraya uzandı. Kendimi hızla geri çektim. Gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü yalıyordu. Yanında ağlamamak için hırsla odadan çıktım ve cebimdeki sigara paketini yırtıp çöpe attım.
03 Haziran Pazar günü bacağını kestiler. İki gün sonra tekrar odasına dönüp, dayanılmaz acılarla baş başa kaldı. O yetmedi, Perşembe günü bağırsak düğümlenmesinden tekrar ameliyat ettiler. Adamı parça parça kestiler hala, direniyor, hala yaşıyor. Akciğer su toplamış, böbrekler görevini yapamaz duruma gelmiş...
Yaşadıklarıma daha fazla dayanamayacağımı anladığımdan, dün İzmir’e döndüm. Ona canı veren Tanrı acılarını dindirsin, demekten başka bir şey gelmiyor elimden... 11.06.07 / saat 23.30
GİDİYORUM
Gözümü yeni açtığım beyaz sayfaya dikmiş, öylece bakıyorum. Neyi, nasıl yazacağımı bile bilmiyorum. Maus, lekesiz sayfanın üzerinde bir nabız gibi atıp duruyor... Bir yanda sekiz saatlik iş temposu, bölgesel gazeteler için yazmaya çalıştığım haftalık yazılar, yarım kalan öyküler, yeni başladığım çocuk romanı, birkaç bölümünü yazdığım radyo tiyatrosu, MB’taki sayfam, diğer yanda ise insanı yapış yapış eden, dilini ve damağını kurutan cehennem sıcağı...
Sende
Sev gönlünce
Musalla taşına kalmasın
Düşlerin
Nasıl olsa yüreğim
Bir gün duracağın kaçınılmaz
Giderken yanımda kim mi olacak? Tabi ki okumak için alıp da kapaklarını açamadığım onlarca kitap... Farklı beyinlerin ve farklı yüreklerin ürünleriyle bilinmeyen dünyalara yolculuk yapmanın, acıkan beynimi beslemenin tam sırası...
Herkese iyi tatiller diliyorum...
SON BALIK ÖLDÜĞÜNDE
Merhaba değerli okurlar;
Uzun süredir hiçbir şey yazamıyorum. Bu durgunluk zaman zaman her yazarın başına gelir. Bunun birçok nedeni var. Yorgunluk, günlük yaşamın getirdiği sıkıntılar, stres, moral bozukluğu ve en önemlisi de insanın dilini damağını kurutan bu cehennem sıcakları...
Elbirliği ile dünyamızı yaşanmaz hale getirdik, doğanın dengesini bozduk. İnsanoğlundan başka hiçbir canlı doğaya ihanet etmedi. Suların buharlaşması, kaynakların kuruması bile bizi düşündürmüyor, korkutmuyor. Beynimizi çalıştırmayı bir kenara bırakıp, akılsızlığımızı, beceriksizliğimi örtmek, insanları kandırmak için yağmur duasına çıkıyoruz. Buna kargalar bile güler. (ki güldüklerine eminim) İnsanları kandırmakta çok ustayız. Her şeyi bilir, çaresini çabucak buluruz! Zekiyiz! Bir leğende iki ayağın birden nasıl yıkanacağını bile öğrendik, bu az şey mi?
Her yıl ülkemizdeki göllere, akarsulara sürüler halinde gelen göçmen kuşlar bile gelmez oldular. Pamuk bulutların süslediği, mavi gökyüzünde “V” şeklini alarak süzülen turnaların ve yaban kazlarının görüntüleri artık yok. Ne yazık ki bizden sonra gelen kuşak o güzelim hayvanları göremeyecek, ruhumuzu dinlendiren o eşsiz seslerini duyamayacaklar. Çıkarlarımız uğruna ormanları yok ediyor, suları kirleterek milyonlarca hayvanı öldürüyoruz. Doğadaki bir ağacın, altı kişiye oksijen sağladığı kimsenin aklına gelmez.
Çocukluğumu anımsıyorum da köyümüzün içinden taşlara çarpıp, şarkı söyler gibi akan bir çay vardı. Bunaldığımız anda çığlık çığlığa kendimizi göletlere atar, balıklarla oynaşırdık. Sevinç çığlıklarımız tepelerde yankılanarak bize geri dönerdi. Tatlı su bedenimi okşayıp, kirlerimizle birlikte beyinlerimize girmek isteyen kötü fikirleri de alıp götürürdü... Kayalıkların eteğinden, kumları kaynatarak çıkan o güzelim pınarları ne çok özlüyorum şimdi. Etrafları yemyeşil olurdu. Bin bir renkli kelebeklerin uçuşları, kulağımızı tatlı bir müzik gibi gelen arıların vızıltısı, çiçeklerin nazlı nazlı sallanışları… Gözlerimizin içine bakarak ve de keselerini şişirerek guruldayan kurbağaların sesleri… Uzun yıllardır oraları görmedim. Ama duyduğum kadarıyla o kaynakların kaybolmasıyla birlikte, çay da kurumuş. O güzelim yerleri anımsarken, gözlerimin buğulanmasına engel olamıyorum.
Hava sıcaklığı şimdiye kadar görülmemiş derecelere ulaştı. Ürettiğimiz zararlı gazlara, atıklara yenilerini ekleyerek ve de yüzlerce yıl uğraşarak sonunda ozon tabakasını delmeyi başardık! Buzullar hızla erimeye başladı. Saat başı tonlarca buzdağı eriyip suya karışıyor. Yaklaşan bu felakete ne kadar duyarlıyız acaba? Peki, bu felaketi önlemek için neler yapılıyor? Hiçbir şey... Dünyanın jandarmalığına soyunan ülke, bir varil petrol için masum insanları, çocukları öldürmekle meşgul. Sözde gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelerdeki önemli kaynakları ele geçirme yarışındalar. Dünya nüfusunun yarısı açlıktan ve susuzluktan telef olurken, onlar milyarlarca dolar harcayarak, kitlesel katliamlar yapmak için kimyasal silahlar üretiyorlar.
Bugünkü yazımızı, yüzlerce yıl önce yaşamış bir Kızılderili’nin sözleriyle bitirelim.
“Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak!"
Turgut ERBEK / Ç. Kars Haber Gazetesi
AĞLAMAK AYIP DEĞİL YÜREĞİM
İyiyi ve güzeli aramaktan asla vazgeçme; Çünkü yaşam bir kelebeğin ömrü kadar kısa. Aylar, yıllar kayıyor dik durmaya çalıştığın ayaklarının altından. Kirpiğini kırptığında geçen o kısacık anı geri getirebilecek hiçbir güç yok dünyada. Değiştiremeyeceğin beyinler, kabullenmek istemediğin bedenler seni oyalamasın. Hiçbir şey için geç değildir, bunu bil. Son nefesini verip, dost darbeleriyle yaralanmış bedeninden çıkan ruhun göğe tırmanıncaya kadar umudunu yitirme. Sevdaları da kabulleneceksin, ihanetleri de. Gülmeyi kendine yakıştırdığın gibi, ağlamayı da yakıştıracak ve yeri geldiğinde gözyaşından nehir oluşturup yüzünceye kadar ağlayacaksın. Ağlamak ayıp değil yüreğim...
İyiliği karşılık beklemeden yapacak, almayı düşünmeden vereceksin. Doğru olanı ve sana yakışanı da budur. Hak etmediğini düşündüğün sözleri duyar, davranışlara şahit olursan hiç şaşırma, kimselere gönül koyup incinme. Herkes senin düşündüğü, hayal ettiğin gibi değil ve asla da olamaz. Hayallerini örtünüp, düşlerine gömülerek ağlamak istiyorsan ağla. Ağlamak ayıp değil yüreğim.
Bakma gidenin ardından. Vefanın ne demek olduğunu biliyorsan, vefasızlığı da kabullenmesini bil. Seni üzeni vicdanıyla baş başa bırak. Soldurma umut çiçeklerini. Hoyratlara verme yaprağını. Koklatma kendini güzel kokudan anlamayanlara. Bulacağını düşlediğin mutluluğa doğru yürü. Yolun seni nereye değil, kime götüreceği önemli. Kırlangıcın kanadındaki gizemi, serçedeki yüreği düşün. Gökyüzüne desenler çizen turnaların uçuşunu izleyip, seslerini dinle. Seher vakti bir gonca gül için ağlayan bülbül görürsen, sen de ağla. Ağlamak ayıp değil yüreğim.
İçten yıkılıyorsa kalen, tehlikedeyse yarınların ve kendini çaresiz hissediyorsan ağla. Ağlamak ayıp değil yüreğim.
Turgut ERBEK / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
BUGÜN BAYRAM OĞUL
Bugün bayram oğul... Sen gelip elimi öpemediğin için ben sana geldim. Başını kaldır da bir yüzüme bak ceylan gözlüm, şahin bakışlım. Burdayım... Yanıma gelmediğin için küsmedim, darılmadım inan. Sen gelemiyorsun diye ben gelmezlik edemezdim ki, ben anayım ana.... Sen ana yüreği nasıldır bilir misin? Analık ateşten gömlektir, onu giymeyen bilemez. Hadi kalk da sana bir sarılayım oğul, bugün bayram...
Bayram namazından sonra çok bekledim, kapıyı açıp gülerek yanıma gelmeni. Ama gelmedin aslanım. Ben gözlerim kapıya mıhlanmış beklerken sen öpemeye, okşamaya kıyamadığım yüzünün bir yanını yere vermiş yatıyorsun. Bayramda büyükleri ziyaret etmeni sana öğretmedim mi? Sen büyük sözü dinlemez misin? Hadi uyan oğul, bugün bayram...
Daha dün bacaklarının arasına sıkıştırdığı çubuğu at yapıp, harman yerinde koşturmuyor muydun? Ne çabuk büyüdün de asker oldun yiğidim! Anamın yaralı yüreği bu acıya nasıl dayanacak diye hiç düşünmedin mi? Ben sensiz nasıl nefes alacağım, bu kırılası bacaklarımla nasıl yürüyeceğim, lal olası dilimle nasıl konuşup güleceğim oğul? Nereye baksam seni görüyorum. Sesin kulaklarımda, bakışların kara toprağa giresi beynimde dönüp duruyor. Hadi silkinip kalk oğul, bugün bayram...
Terhis alacağın günler yaklaştıkça yüreğimin başını bir sızı sarıyordu ki, hiç sorma. İçimdeki alev bedenimi yakıp, aklımı ve düşlerimi karıştırıyordu. Günlerin yaklaştığı için sevincimden sanıyordum oğul. Aklıma gelen başıma gelir korkusu yüzünden, hiç kötü şeyler düşünmedim inan. Ana yüreğinde kötü şeyler barınmaz bilmez misin? Böyle olacağını nerden bilebilirdim ki... Sana ölümü nasıl yakıştırabilirdim yiğidim. Sen benim yıkılmaz kalem, içtikçe doyamadığım pınarım, tek güvencem ve sığınağımdın. Ben şimdi hangi dala konacağım, kimin gölgesinde yaşayacağım? Hadi uyan oğul, bugün bayram...
Akşama doğru karabulutlar gökyüzünü sarınca, gece yağmur yağar ıslanırsın diye üstüne naylon getirip sermeye kalkıştım da, baba bana kızdı. Ama ben haklıymışım bak, işte damlalar düşüyor. Sen hiç merak etme, ıslanıp üşümeyesin diye üstüne kapandım karagözlüm, şahin bakışlım. Biraz dinlen de kalkıp evimize gidelim oğul, bugün bayram...
11.10.07 Saat: 23.18
Türk Edebiyatı köşe taşlarından birini daha yitirdi
ERHAN BENER
Ben sizlere Erhan Bener’in yaşamöyküsünü, eserlerini ve aldığı ödülleri anlatmayacağım. Tanımak isteyen onun hakkında her şeyi kolaylıkla öğrenebilir.
“Baharla Gelen” adlı romanını lise yıllarında okumuştum. Usta işi olduğu anlaşılan ve inandırıcılığı üst düzeyde olan psikolojik bir yapıt... Duru Türkçesiyle, kurgusuyla ve usta anlatımıyla beni etkilemiş olduğunu söyleyebilirim.
İlk tanışmamız, 1992 yılında Ankara Radyosu’nda gerçekleşti. Kültür sanat programlarının vazgeçilmez konuşmacılarından ve danışmanlarındandı. Radyoya her gelişinde sohbet ederdik. Güler yüzlü ve hoşsohbet biriydi. Bakışları insana güven veriyordu. Bazı insanlar konuştuklarında, karşısında oturanları ağzına baktırır derler ya, işte o öyle bir insandı. Okşayıcı ses tonu, ağzında çıkan her cümleye hayat veriyordu.
O yıllarda çocuk oyunları yazıyor ve kendimi yazar olarak tanıtmaktan çekiniyordum. Programın yapımcısı Ayşegül Hanım, (Soyadını anımsayamadığım için kendisinden özür diliyorum) odada olmadığım bir sırada benim çocuk oyunları yazdığımı söylemiş. Birkaç dakika sonra beni yanına çağırarak, gülen gözleriyle elimi sıktı, çabamdan dolayı kutladı. Sonra o kadife yumuşaklığındaki sesiyle: “Yaptığın saygı duyulacak ve takdir edilecek bir iş. Çocuklara yazmak göründüğü kadar kolay değil. Şu an ben bile senin yaptığını yapamam,” diyerek beni hem yüreklendirdi hem de ileride iyi bir yazar olabileceğimden söz edip utandırdı.
Sohbetlerimiz sırasında kendisini lise yıllarında okuduğumu duyunca, gülümseyerek yüzüme baktı…
“Hangi kitaplarımı okudun?” diye sordu.
“Baharla Gelen ve Yalnızlar...”
O günden sonra sohbetlerimiz daha bir sıcak olmaya, paylaşımlarımız artmaya başlamıştı. Benim aklımdaki tek şey, imzalı bir kitabına sahip olmaktı. Ama kendisinden isteyemiyordum. Her yazar ve şair için kitapları çocukları gibidir. Bir insandan çocuğunu isteyemezsiniz. Bu o yazara ve emeğine saygısızlıktır.
Bir hafta sonra tekrar geleceğini bildiğim için evimdeki kitaplarını imzalattırmayı düşünüyordum. Yalnızlar adlı romanını birisine vermiş olmaydım ki, onca aramama karşın bulamadım ve elimdeki tek romanını günler öncesinden getirip odamdaki masanın çekmecesine koydum. Programa geldiği gün, kitabı önüne koyup imzalamasını rica ettiğimde gözlerinin içi gülüyordu. “Baharla Gelen” adlı kitabını, “Turgut Erbek’e dostlukla ve iyi dileklerimle. 26.02.1992” diye imzalamıştı.
Bu satırları yazarken onun attığı imzaya bakıyor ve o günleri yeniden anımsamanın hazzını yaşıyorum. Öldü diyemiyorum, çünkü hala yaşıyor ve bıraktıkları eserlerle daha uzun yıllar yaşayacak. Edebiyat dünyasına girmeden önce kitaplarını okuduğum bazı şair ve yazarları, gökteki yıldızlar gibi ulaşılmaz sanıyordum. Aralarına girdikten sonra, keşke hiç tanımasaydım dediklerim oldu. Oysa Erhan Bener, yazdıklarına yakışan ve beni hayal kırıklığına uğratmayan ender insanlar biriydi.
Toprağın bol olsun usta kalem... 11.12.07
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
Galiba yoruldum artık. Beynim durdu. Hiçbir şeye yetişemiyorum. Yapmak istediklerimin çoğunu olması gerektiği gibi yapamadığımı düşünmeye başladım. İçimdeki diğer insanın beni dürtükleyerek "yaz" diye fısıldamasına karşın, parmaklarım tırmık dişleri gibi hareketsiz. Beyinden aldıkları emri yerine getirmemek için direnmeye başladılar
Bugüne kadar, yarınlara bırakabileceğimi düşündüğüm güzel eserlerin peşinde koşturup durdum. "Zamanı nasıl öldüreceğini düşünen bir insan, zamanın kendisini nasıl öldürdüğünü düşünmeyen bir insandır," diyerek yola çıkmamın üstünde 17 yıl geçti. Neleri başarıp, neleri başaramadığımın hesabını yapacak değilim. Her şeye, herkese harcadığım zamandan kendime cimrilik ederek çok az ayırdığımın bilincindeyim
Bizim kuşağın (78 kuşağı) benlik duygusu hiç gelişmedi. Hep "biz" dedik. Ezilenden, mazlumdan, kendini ve hakkını savunamayanlardan yana olduk. Ortaokul yıllarında boyumuzdan büyük kitaplara, dünya meselelerine daldık. Almadan vermeyi, insanı ve doğayı sevmeyi öğrendik. Dünya sorunlarını, insanların beklentilerini, hayallerini gerçekleştirmek adına yapılması gerekenleri düşündüğümüz kadar kendimizi düşünmedik. Yaşamım boyunca toplum tarafından dışlanan, sevilmeyen insanların bile sevilecek bir yönünü aradım hep. Gülen yüzden, şen kahkahadan huzur duydum, kendime pay çıkardım..
Son zamanlarda üzerime çökerek beni ezen yorgunluğun ve umutsuzluğun nedenini de anlamış değilim. Yaşımın kırk sekiz olmasından dolayı ölüme biraz daha yaklaşmış (bazen düşünmüyor değilim) olmamdan mı, yoksa gördüğüm çirkinliklerden, bencillikten, sen-ben kavgasından, iki yüzlülükten ve çıkar uğruna yapılan haksızlıklardan mı kaynaklanıyor onu da bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da biraz dinlenmeye gereksinimim olduğudur. Başımı alıp bir yerlere gideceğim. Kafamı dinleyecek ve beni bu yaştan sonra tatmadığım heyecanlara, sevdalara taşımak için çırpınıp varlığını hissettiren yüreğimle şu dizeleri söyleyerek barışacağım. BABAMA SELAM SÖYLE Köy romanları
Doğu Anadolu, Allah’ın yarattığı, siyasilerin unuttuğu, doğanın acımasızca bunalttığı bölge. İnsan olarak değil de, seçim zamanlarında oy olarak sayılanlar. Derileri kuruyup bedenlerine yapışanlar... Gözleri çukura kaçmış, sarı sıcağın ve zorlu yaşam koşullarının etkisiyle belleri bükülenler... Yazgıları iklimin şartların göre belirlenenler. Yağmurlu mevsimde karnı doyan, kurakta ise çalışmak için batıya giden bölgenin çaresiz insanları.
Bu bölgedeki kentlerden biri de güneşin doğduğu yerde yüzyıllardır ayakta duran Serhat şehri Kars. Sınır bekçisi... 1877 Osmanlı Rus savaşında, yenilginin tazminatı olarak Ruslara verilen ve 30 Ekim 1920 yılında, geri alınana kadar işgal altında inleyen kent. Açılan birkaç fabrikası kapatıldığı gibi, atılan bazı temelleri ise sökülüp TBMM’ne götürülen oldu her zaman. Susuz, yolsuz, okulsuz ve de sağlık ocağından yoksun köyler...
SIRDAŞIM AY
Bazı geceler, tepemizde gümüş tepsi gibi parlayan ayı izlemek için dışarı çıkarım. Ateş böcekleri gibi yanıp sönen yıldızlara bakıp, gül kokulu masum çocukluğuma giderim... Ay ışığında yarasaların kanat çırpışlarını izlediğim, birbiriyle yarışır gibi havlayan köpek seslerini dinlediğim yıllara.
Gözlerimi yumarak, evimizin az ilerisinde taşlara çarparak akan çayın sesini duyabilmek için öylece beklerim. Ne suyun sesi duyulur, ne çayda şarkı söyleyen kurbağaların, ne de evin etrafında ıslık yarıştıran çekirgelerin.
EN İYİ ÖĞRETMEN
Birkaç gündür gazeteler doğuya eğitim kampüsleri, üniversiteler kurulacağını ve en iyi öğretmenlerin oralara gönderileceğini yazıp duruyorlar. Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Doğramacı’nın 01 Haziran Perşembe günü Milliyet Gazetesi’nde bir açıklaması vardı,
“Türkiye’nin en iyi öğretmenlerini doğuya götüreceğiz. Ankara ve İstanbul’daki en iyi öğretmenler kapı gibi gidecekler oraya! (ne demekse) Ankara’nın batısında iyi okullar ve öğretmenler var. Doğuda yok. Ülkenin öteki yarısında da neden olmasın...” diyerek devam ediyor.
22 Nisan Cumartesi günü açılan, 11. İzmir Kitap Fuarı 30 Nisan Pazar günü sona erdi. Yayınevleri için ayrılan alan her yıl biraz daha daraltılıyor. Çünkü yayınevlerinin bazıları stand yeri alamayacak durumda. (ne yazık ki birkaç tanesi de kapandı) 15 metre karelik yer üç bin lira. Aralarında, çalışanların ücretini, yeme-içme, yol ve kargo giderlerini çıkaracak kaç yayınevi var ki! Yetkililer sanki kitap sattırmamak için uğraşıyorlar. İnsanların çoğu kitap fuarının ne zaman açılıp, ne zaman kapandığını dahi duymadı. İnsan sağlığına zararlı bazı maddelerin bile haftalarca reklamı yapılırken, kitap fuarının duyurusunu yapamıyorlar. Tek iyilikleri, fuara girişi ücretsiz yapmaları oldu.
Cumartesi ve pazarların dışında fuar alanında kimseler yoktu. Yazarlar ve görevliler de olmasa içeride kımıltı dahi görülmeyecekti. Ama kentin ara sokaklarına gidin, incik-boncuk satılan yerler hınca hınç dolu. Kitap fuarı açıldı değince kime umursamıyor, neler çıkmış diye merak bile etmiyor. Okumayan, okuduğunu anlamayan, duyduğunu yorumlayamayan, kendini ifade edemeyen bir millet olup çıktık.
En az okuyan bir Fransız bile yılda ortalama yedi kitap okurken, ülkemizde altı kişiye bir kitap düşüyor. Bu bizim eğitimimizin, kültür seviyemizin acı bir göstergesi. Örnek olmaları gerekenler bile okumazken, yeni yetişen kuşağa kitap sevgisini nasıl aşılayacağız? Okumanın güzelliğini nasıl anlatacağız? Kimse bana kitaplar pahalı demesin. Bu, bir kitaba harcanan emeği ve zamanı bilmeyen, kitabı sevmeyenlerin sözüdür. Yabancı marka bir sigaraya 4.5 lira vererek kendilerini zehirleyenler, 3 liraya kitap almıyorlar!
Tırnaklarından ayakkabı boyacısı olduğu anlaşılan bir çocuğun, gözlerindeki pırıltılarla ve de dudaklarına oturan gülümsemeyle kitap seçtiğini gördünüz mü? Beğendiği kitabı imzalattırırken ne kadar mutlu olduğuna şahit oldunuz mu hiç? Ben gördüm ve çocukluğumu anımsadım, çünkü aynı şeyi ben de yapmıştım.
Fuar süresince beni mutlu eden tek görüntü o oldu.
Turgut ERBEK / Kars Haber Gazetesi
ÇOCUKLARIMIZ
Geçen gün işyerimde otururken oğlumun okuduğu lisenin müdür yardımcısı ardı. “Oğlunuz okulun önünde birileriyle kavga etmiş...” dedi. Gerisin duyamadım... Beynim karıncalandı... Kulaklarım uğuldadı... Televizyon haberlerinde izlediğim liseli gençlerin kavgaları geldi gözümün önüne. Çekilen bıçaklar, kovalamacalar, alt alta üst üste kavgalar... Taksiye atladığım gibi soluğu okulda aldım. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Oğluma birkaç gün rapor alarak olayın soğumasını, gençlerin sağlıklı düşünerek hatalarını anlamaları bekledim. Düşündüğüm gibi de oldu ve olay tatlıya bağlandı.
Gençlere neyi paylaşamadıklarını sorduğunuzda, mantıklı bir gerekçe bile söylemiyorlar... Birçoğu hoşgörünün, sevginin,saygının, arkadaşlığın, paylaşmanın ne olduğu bilmiyor. Okumayan, sorgulamayan, marka düşkünü, özentili, sabırsız, her istediğini elde etmeye çalışan, emeğin ne olduğundan haberi olamayan, oburca tüketen bir gençlik yetişiyor. Görsel medya çocukların beyinlerini kameralı cep telefonlarıyla, atari ve bilgisayar oyunlarıyla yıkayarak kitaplardan uzak tutmaya çalışıyor. Çocuklar şiddet ve kanunları, güvenlik güçlerini yok sayan mafya filmleriyle besleniyorlar. Kimlere ve hangi sisteme hizmet ettiği bilinen bazı televizyon kanalları gençleri elimizden aldı. Artık onlara gücümüz yetmiyor, sözümüz geçmiyor
Galiba bu yanlışta bizim de payı var. Onlara hep yalan söyledik. Okuttuğumuz fantastik kitaplarla dünyayı hep farklı gösterdik. Gerçek olaylardan yola çıkılarak yazılan öyküleri, romanları okumalarını pek istemedik. Üzülmesinler diye tarlalarda, atölyelerde, inşaatlarda köle gibi çalıştırılan, kolları, bacakları kopan çocukların öykülerini, yazmadık (yazdırmadılar) okutmadık. Gerçeklerle yüz yüze geldiklerinde yaşadıkları dünyanın, kitaplarda anlatılanlardan çok farklı olduğunu söylüyorlar. Haklılar... Hâlâ onlara yalan söylüyoruz. Onları hâlâ bulutların, çalı süpürgesinin üzerinde uçuruyoruz. H. Potter’a özenerek uçmaya çalışan kaç çocuk hayatını kaybetti biliyor musunuz? “Kurtlar Vadisi” dizisindeki baş karaktere özenerek çete kuran, arkadaşlarını döven, haraç isteyen kaç ortaokul ve lise öğrencisi var tahmin edebiliyor musunuz?
Peki, bu konuda neler yapılıyor? Hiç... Sadece seyrediyoruz... Ne yapacaksak biran önce başlamalıyız. Sayın yetkililer kıpırdayın artık. Durdurun televizyonlardaki., aile yapımıza, kültürümüze uymayan rezil programları ve filmleri de, hiç olmazsa yarınları kurtaralım. Henüz geç kalmış sayılmayız.
Bugünkü yazıma, rahmetli şair-yazar Rıfat Ilgaz’ın ‘Çocuklarınız İçin’ adlı şiirinden alıntı yaparak son vermek istiyorum.
Ah uzak görüşlü yetkililer / Bıraksanız da büyük sorunları bir yana / Biraz da ulusunuz için…/ Halkınız için konuşsanız / Çocuklarınız için…/ Kökleri kuruyup gitmeden!
Turgut Erbek
Kars Haber Gazetesi
SERÇELER AĞLAYINCA ÖLÜR
Merhaba değerli okurlar...
Serçenin öyküsünü bilir misiniz?
Kaza mıdır, kundaklama mıdır bilinmez; doğanın çiçek açtığı, insanın, hayvanın soluk aldığı, börtü böceğin yurdu ormanda yangın çıkar. Çevredeki göletten ormana gidip gelmekte olan serçe “Ne yapsam?” umarsızlığına tutsak insanoğlunun, “Nereye kaçsak?” yüreksizliğinde yitip giden hayvan oğlunun gözünden kaçmaz; bir ağız olup sorarlar:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Söylesene...
Serçe sakin, ağırbaşlı, yaptığının bilincinde olmanın onuruyla yanıtlar:
“Gagamla su taşıyıp, alevlerin üstüne boşaltıyorum...”
“Gagadan taşınan suyla şu koca yangın söner mi hiç?, şaşkın kuş!” kıkırdamalarına serçenin yanıtı tokat gibi iner:
“Ben elimden geleni yapıyorum ya!"
Evet, birçoğumuz yaşadığımız ülke için elimizden geleni yapıyoruz. Tarih boyunca ulus olarak da yaptık. Bizler, yani şairler, yazarlar, gazeteciler (İstisnalar kaideyi bozmaz) olarak okuyucularımızı aydınlatmak için elimizden geleni yapmaya devam ediyoruz. Halkın ve haklının yanında olduğumuzu herkes iyi bilir. Bunu bildikleri için bazıları bizi sevmezler. Fakirlik edebiyatı, doğu batı ayrımı yaptığımızı söyleyerek, cahilliklerini açığa vururlar. Düzenin oluşturduğu çarkın dişlileri olmadığımız bir gerçek. Bu çarkın kimleri ezdiği gün gibi ortada.
Bizi öyle bir duruma getirdiler ki, çevremizi görecek halimiz kalmadı. Günden güne yozlaşmaya, bencil olmaya itiliyoruz. Bazı değerlerimiz yok olmak üzere. Eski dostluklar, arkadaşlıklar, yardımlaşmalar artık yok. Dini bayramlarda büyükleri, hasta insanları ziyaret etmekten çekinir olduk. Mutlu günlerinde yanlarında olmamız gereken insanları yalnız bırakıyoruz. O sıcak sarılmaların, o tatlı sohbetlerin, özlem gidermelerin yerini ahizede uğuldayan duygusuz, renksiz, korkusuz bir ses aldı. Bir telefonla gönül alacağımızı zannedip, büyük bir iş yapmış gibi böbürleniyoruz. Ama kaybetmeye başladığımız değerler aklımıza bile gelmiyor.
“Ben insanım insan... Telefondaki yapmacık kahkahana, yarım yamalak öğrendiğin, çoğu yabancı sözcüklere gereksinimim yok. Ben sarılmak, koklamak, tenine dokunmak istiyorum. Gözlerine bakmak, yüzünün şeklini beynime kazımak istiyorum. Ne kadar yaşayacağım belli değil. Belki sizleri bir daha hiç göremeyeceğim. Ey sevdiklerim, ey dostlarım, dost bildiklerim, beni hatırlayın ve kapımı çalın. Biz büyüklerimizden gördüklerimizi, yaşadıklarımızı unuttuk mu? Bize bunlar öğretilmedi. Bize enjekte edilmeye çalışılan batının soğuk, samimiyetsiz, yapmacık ve yüzeysel davranışları hak etmiyoruz.”
Dememek için yaşlıları, dostları kucaklamanın, yardımlarına koşmanın zamanıdır. İnsanlığımızı, yüreğimizdeki sevgiyi, gözlerimizdeki pırıltıyı, sesimizdeki okşayıcı yumuşaklığı kaybetmeden bunu yapalım. Yürek gözümüzün, gönül kapımızın kapanmasına seyirci kalmayalım. Yanınızda yörenizde sizin her türlü yardımınıza muhtaç insanlar mutlaka vardır. Hem de çok yakınınızda... Bir düşünün... Yaşlılarımızın buruşuk yüzlerinden gözyaşı yuvarlanmadan, gün görmemiş körpecik çocuklar açlıktan ağlamadan yanlarında olalım. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirelim. Paylaşalım, çoğalalım... Dünyadaki hiçbir şey için bir çocuğu ağlatmaya değmez, hiçbir şey onlardan değerli değildir. Elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince birbirimize destek olalım, arka çıkalım. İçimizdeki bu duyguyu öldürmeye kimselerin, hiçbir teknolojinin gücü yetmez.
Gelin hepimiz birer serçe olalım ve elimizden geleni yapılım. Henüz geç kalmış sayılmayız. Söndüreceğimiz bir yangın, birçok can kurtaracaktır.
Serçenin ağlayınca öldüğünü biliyor muydunuz?
O zaman ağlamamak için övünülecek, gurur duyulacak şeyler yapalım ki, yaşam anlamlı olsun.Şair Atilla Erdemli’nin yaşanılası güzellikte şu dizeleriyle son verelim yazımıza:
dağlar da düz olur bir gün / bilgiler eskir, gençlik kocar, / güzellikler gider / her şey bittikten sonra / ne kalır sanıyorsun / ne parıldar, ne coşar/ yalnızca iyi olan / yalnızca içimizdeki insan.
Daha güzel bir dünya dileği ile…
Turgut ERBEK
Ege'de Yaşam Gazetesi
KARAOĞLAN
O’nu ilk defa yetmişli yılların başında Kars’a geldiğinde gördüm. Kendisine yakışan bıyıklarıyla, karayağız bir Anadolu delikanlısı havası vardı. Yakından görebilmek için caddedeki ağacın taa tepesine tırmanmıştım. Gülümseyerek bana bakıp, ‘İn oradan, düşer bir yerini kırarsın,’ diye seslenişini sevdim. Başındaki kasketiyle bizden biri gibi duruşunu sevdim. Akıcı ve etkileyici konuşmasını sevdim. Özgürlüğün sembolleri olan ak güvercinlerini ve mavi gömleğini sevdim. Ben onu babamı sever gibi sevdim...
O zaman ortaokul öğrencisiydim. Küçücük yüreğimi de yanına alıp Ankara’ya gidişinden sonra bir daha yakından göremedim. Dağlara, taşlara “UMUDUMUZ KARAOĞLAN” yazdığımız yılları dün gibi anımsıyorum. O, çatlamış toprağın ve yeni dikilen fidanların can suyuydu. O, işsizlerin umudu, yaşlıların bastonu, körlerin gören gözü, sağırların kulağıydı. Köylünün ambardaki tohumluğu, genç kızların çeyizi ve Bu derenin geveni / geven sarmış geveni / Eco’dan emir gelmiş/ Seven alsın seveni / diyerek söyledikleri türküleriydi...
O yıllarda doğan erkek çocuklara onun ismi konuyordu. Şuan Türkiye’de ve yurt dışında kaç yüz bin Bület Ecevit var bilmiyorum.
O, kirletilen siyasetin içinde temiz kalmış ender insanlardan biridir. O, namuslu duruşun, doğruluğun, dürüstlüğün ve onurun simgesidir. O’nu hasta yatağından kaldıran ve doktorunun uyarılarına rağmen sokağa çıkaran neden, hain bir saldırıyla yaşamını yitiren bir dostun cenaze namazı, Cumhuriyete ve de rejime yapılan saldırıydı. O öfkeyle çıktı sokağa. Hem de ölümü hiçe sayarak.
O yıllardaki görüntüsüyle şimdikini karşılaştırınca, beynim isyan ediyor. Yürümekte zorlanışını kabullenemiyorum bir türlü. Makineye bağlanışını ise hiç görmek istemem. Çünkü ona yakıştıramam. Beynime ve yüreğime kazınan görüntülerin arasında hastalıklı haline yer yok.
Sekiz gündür televizyon izlemek gelmiyor içimden. Hastanedeki görüntüsünü göstermesinler diye dua ediyorum. Yattığı yerden silkinip kalkacağına pek umudum yok. Ben O’nu eşiyle el ele tutuşup yürüdükleri görüntüyle anımsamak istiyorum...
“EL ELE BÜYÜTTÜK SEVGİYİ” adlı şiiriyle anımsamak istiyorum.
Birlikte öğrendik seninle / avcumuzdaki yüreği çarpan / kuşa sevgiyi / el ele duyduk kumsalda / denizin / milyon yılda yonttuğu / taşa sevgiyi / tırtılları tanıdık seninle / baharda / tırtılken daha sevmeyi / öğrendik / sevgiden üreyen kelebeği / toprağı evimiz gibi sevdik / seninle / birlikte sevdik kuru toprakta / ev küreyen köstebeği / köstebeğinden toprağına / taşına / tırtılından kelebeğine kuşuna / el ele sevdik bu dünyayı / acıyla sevinciyle sevdik / yazıyla kışıyla sevdik / köy-köy ülke-ülke / gökler gibi sardı dünyayı / yağmur gibi sızdı dünyaya / dünya kadar oldu sevgimiz / ele ele büyütüp el ele derdik / el ele derip insanlara verdik / verdikçe çoğalan sevgimizi /
Yıllar sonra gazeteci-yazar Okan Yüksel'in hazırladığı, "Cumhuriyet Dönemi Gazeteci Şairler Antolojisi"nde Bülent Ecevit'le birlikte yer almaktan dolayı çok mutlu olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.
Dayan be KARAOĞLAN, yetim bırakma bizi...
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
25.05.06
EN İYİ ÖĞRETMEN
Birkaç gündür gazeteler doğuya eğitim kampüsleri, üniversiteler kurulacağını ve en iyi öğretmenlerin oralara gönderileceğini yazıp duruyorlar. Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Doğramacı’nın 01 Haziran Perşembe günü Milliyet Gazetesi’nde bir açıklaması vardı:
“Türkiye’nin en iyi öğretmenlerini doğuya götüreceğiz. Ankara ve İstanbul’daki en iyi öğretmenler kapı gibi gidecekler oraya! (ne demekse) Ankara’nın batısında iyi okullar ve öğretmenler var. Doğuda yok. Ülkenin öteki yarısında da neden olmasın...” diyerek devam ediyor.
Günaydın beyleeeer! diye bağırmak geçiyor içimden. Seksen küsur yıldır aklınız neredeydi? Şimdiye kadar Doğu ve Güneydoğu değince kılınız kıpırdamıyordu. Başınıza Avrupa mı düştü?!
Bazıları beğenmese de, ben Doğu ve Güneydoğu’da görev yapan öğretmenlerin de batıdakiler kadar iyi olduklarına inanıyorum. Aksini söyleyenler köyde lojman olmadığı için ahırlarda yatmak zorunda kalan öğretmenlerin, hemşirelerin sorunlarını bilmiyorlar. Oralarda görev yapanlar dağ gibi sorunlarla baş etmekten yılıp, haklı olarak batıya kaçma çabasındalar. Bugüne kadar doktorların, öğretmelerinin, polislerin, hakimlerin, savcıların, hemşirelerin ve kısacası her meslekten mezun olanların ilk görev yerleri doğu ve güneydoğu illeri olmadı mı?
Öğrencilikten yeni kurtulmuş öğretmenler, öğrencilerin karşısında bildiklerini de unutuyorlar. Derse nasıl başlayacağını düşünerek heyecanlanıp, karatahtanın önünde titreyen öğretmenler gördük. Yetmişli yıllarda lisedeyken, matematik öğretmenimizin emekli olmasından sonra göreve yeni başlayan öğretmenin bana bir şey veremediği gibi, bildiklerimi de unutturduğunu dün gibi anımsıyorum. Yıllardır o yörelerde yokluk ve olanaksızlıklarla boğuşarak okuyanları, özel okullarda ve de özel dersler alarak liseyi bitirenlerle aynı sınava sokup, sonra da en başarısız iller diyerek Doğu ve Güneydoğu illerini ard arda sıralamadılar mı?
İstedikleri kadar üniversite kurup, başlarını duvarlara vurarak günah çıkarsınlar, o öğrenciler mezun oldukları zaman çalışabilecekleri iş yoksa aldıkları eğitimin hiçbir önemi yok. Bugün sokaklar, kahvehaneler üniversite mezunlarıyla dolu. Üniversiteli hamal yaratmakla iyilik yapacaklarını sınıyorlarsa buyursunlar...
Her şeyden önce o illerdeki işsizlik sorununun çözülmesi gerekiyor. Toprak reformu gerekiyor. Köylüyü köyünden kovan ağa sistemini ortadan kaldıramadığınız, fabrika kuracaklara kolaylık sağlayarak teşvik etmediğiniz, yollarını yapmadığınız, suyunu getirmediğiniz, göçü önlemediğiniz sürece o insanlar size güvenmeyecekler.
O temellerin Avrupa’ya şirin görünmek amacıyla atılmayacağına, yıllarca bir çivi çakılmadan öylece kalmayacağına halkı inandırmalısınız. O yörenin insanları, sökülerek TBMM’ne götüren sayısız temeller gördüler.
05.06.2006
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
OKUMAK BİR CEZAYMIŞ
Geçen gün gazetelerin orta sayfalarına sıkıştırılmış bir haberi okuyunca, elimde olmadan gülümsedim. Haber aynen şöyleydi: “Erzurum’da, 155 Polis İmdat telefonuna asılsız ihbarda bulunan 16 yaşındaki genç, mahkeme tarafından 12 roman okuma ve özetlerini yazma cezasına çarptırıldı...”
Kitap okumamın ceza olduğunu mahkeme kararıyla onaylamış bulunuyoruz! “Böyle cezaya can kurban”, demek gerekiyor. Keşke bütün cezalar böyle yararlı olsa. Bu cezaya çarptırılan birinin, bir daha aynı hatayı yapacağını sanmıyorum. Demek ki bundan sonra kitap okumayanları hâkim karşısına çıkarmak gerekecek. Gençlere ve çocuklara kitap sevgisini aşılamaya gücümüz yetmiyor artık. Geçmiş yıllarda kitap yaktıran zihniyet sonunda amacına ulaştı. Görsel medya yardımıyla gençlerin beyinlerini yıkayarak kitaplardan uzaklaştırdılar.
Gençlerin bir bölümü karanlık güçlerin elinde oyuncak olabilecek kadar cahil, bilinçsiz. İdealleri olmayan, geleceği göremeyen bir gençlik yetişiyor. Bir bölümü ise ne yazık ki okumuş cahil. Okumuş cahil nasıl olur bilirsiniz. O insanlarla karşılaşınca, kara cahil diye adlandırdıklarınıza şükredersiniz. 21.yy’da kitap ve gazete okumayan insanlar tanıyorum. Elindeki telefonla, çatıya bağlattırdığı çanak antenden televizyona gelen renkli görüntülerle zamanını öldüren, haftanın yedi günü kahve köşelerinde pinekleyen insanlar biliyorum.
Aslında hâkimin o gence verdiği ceza değil, bir armağandı. Kitap, insanları her türlü kötü alışkanlıklardan, can sıkıntısından, yalnızlıktan, bunalımdan ve en önemlisi cahillikten korur. Okumak, karanlıkları aydınlığa çevirir, ulaşılmaz gibi görünen hedefleri yakınlaştırır. Dilini, gelenek ve göreneklerini, geçmişini, kaybolmaya yüz tutmuş değerleri, iyiliği, kötülüğü, sevgiyi, saygıyı, fedakârlığı, yardımlaşmanın güzelliğini, haklıyı haksızdan ayırt etmeyi, toplum içinde kendini ifade edebilmeyi öğretir.
Bir yakınımın oğlu iki yıl lise birinci sınıfa gitmesine karşın, sınıfını geçemeyerek okuldan uzaklaştırıldı. Babası:
“Neden okumuyorsun?” diye sorduğunda.
“Okusam ne olacak? Okuma-yazma bilmeyen insanlar, altlarında son model arabalarla ortalıkta dolaşıyor, kentlerin en lüks lokantalarında yemeklerini yiyorlar. Onlara hizmet eden garsonların birçoğu ise üniversite mezunudur. Kolay yoldan para kazanıp keyif çatmak varken, on altı yıl okuduktan sonra diplomalı hamal olmanın ne anlamı var ki...” yanıtını alınca susup kalmış. Oğluna ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bilememiş.
Bu hastalık, kanser gibi tüm hücrelerimize yayılmadan ne yapabiliriz bilmiyorum. 09.06.06
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
BİR KURŞUN KAÇ EKMEK EDER?
Merhaba sevgili okurlar;
Uzun bir süre sizlerden ayrı kaldım. Umarım yazılarımı özlemişsinizdir. Eğer özlemediyseniz ben bu işi beceremiyorum demektir. Çünkü her yazar kendi okurunu yaratır. Her yazarın kendine özgü üslubu ve belli bir çizgisi var. Yazılarımı veya kitaplarımdan birini okuduysanız beni az çok tanıyorsunuz demektir. Yürümekte olduğum çizgi yaşam biçimimdir. Usta gazeteci-yazar Okan Yüksel, “İki türlü gazeteci var” diyerek sıralıyor. “Bir, kafa tutanlar, iki palto tutanlar.” Doğru söze ne denir. Ben de kafa tutanlardanım.
Aslında bugün başka bir yazı yazmayı tasarlamıştım. Televizyonda izlediğim ve gazetelerde okuduğum bir habere değinmeden duramayacağımı anlayınca bunu yazmak zorunda kaldım. Haberi herkes izlemiştir mutlaka. Urfa’daki aşiret düğünü ve havaya sıkılan kurşunlar... Hele en acısı da kalem ve kitap tutması gereken o körpecik ellerin, göğü delmek istercesine kurşun yağdıran görüntüleri... İnsanın kanı donuyor. Oyun çağında eline silah verilen çocukların geleceği nasıl olur bilmiyorum. Bu zihniyetle, bu eğitimle, bu kültürle nereye varılacak... Bir araştırma yapılacak olursa en fakir insanların, bu görüntülerin sergilendiği bölgelerde yaşadıkları görülecektir. Bu eğitimsizliğin ve çağın gerisinde kalmış bir zihniyetin eseridir. Dedelerinin yaptıklarını yapanlar, bir adım bile ilerlememiş olduklarını kanıtlıyorlar. Önderlik yaparak bu çağımıza yakışmayan ve arada bir de olsa insanlarımızın yaşamına mal olan bu silahlı gösteriye son verecek bir babayiğit yok mu içlerinde?
Bir kurşun kaç ekmek eder? Havaya sıkılan onca kurşunun parasıyla kaç fakirin karnı doyar, kaç kitap, kaç defter, kaç önlük ve ayakkabı alınır? Kaç hastaya ne kadar ilaç ve serum alınır, hesap eden var mı? Havaya saçılan dolarların (Nedense hiç Türk parası savurduklarını görmedim. Yabancı para savurmak neyin göstergesi anlamış değilim) kaynağı nedir? Bu kadar parayı nereden buldun diye soran yok. Böylesi çelişkilerle dolu bir yöre görmedim. Bir kısım azınlık çok zengin, geriye kalanlar ise açlıktan ölecek kadar yoksul, çaresiz. Bu güne kadar o aşiret düğünlerinde havaya saçılan paralarla kaç okul yapılırdı bilmiyorum.
Doğu ve Güneydoğu’da yüzlerce zengin olmasına rağmen, oralara yatırım yapmak, fabrika kurmak isteyen çok az insan var. Ne yazık ki bunu başarabilen bazıları da, örümcek kafalılar tarafından dışlanıyor. Hem de insan aklının almadığı bir gerekçeyle. Aylar önce gazetelerde bir haber okumuştum. Songül Kılıç isimli bir bayan, memleketi olan Erzurum’un Ilıca ilçesine süt fabrikası kurmuş. Bu girişimci bayan olduğu için köylülerin kendisine süt vermediklerinden yakınıyordu. Haberi okuduğumda şaşırıp kalmıştım. Eh, “Her ulus hak ettiği şekilde yönetilir” diye boşuna dememişler.11.07.06
Turgut Erbek / Çağdaş Kars Haber Gazetesi
YONGUN YÜREK
Dün gece yüreğimle bir söyleşi yaptım. O benden memnun değil, ben de ondan... O beni üzmemek, kırmamak için alttan almaya çalıştı, ben de onu. Birbirimizden başka bizi anlayan kim var ki! Onun sayesinde yaşadığımı bildiğimden, saygıyla dinledim. Onsuz nefes bile alamayacağımı o da iyi biliyor. Ama yine de soylu davrandı…
Yıllarca kendisini üzmeme, karanlıkları aydınlatma uğruna mum gibi yakmama ve hak etmeyenlerin peşine koşturmama karşın, elinden geldiğince kırıcı olmamaya, beni incitmemeye çalıştı. Dost darbeleriyle sersemleyen bedenimi yaprak gibi titreten, beynimi karıncalandıran şeyler söyledi. Öylece susup dinledim. Meğer ne kadar da doluymuş! Öyle şeyler anlattı ki, şimdiye kadar nasıl sabrettiğine şaştım. Milyonlarca yıl rüzgâra, yağmura ve çeşitli darbelere dayanan taşlar bile sonunda çatlarken, onun hâlâ dimdik ayakta durmasına şaşmamak elde değil. Ama biraz yorgun, biraz da kırgın...
Bir tarafıma uzanıp, onu sol mememin altına aldım. Elimi üstüne koyup, ritmik hareketlerini hissetmek hoşuma gitti. Başı okşanan çocuk sevinciyle iyice yayıldı içime. Sıcaklığında eridim gittim… Uzun bir süre dalmış olmalıyım ki, yorgun yürek yavaş hareketlerle yerinden doğruldu. Gözlerini şah damarıma çevirip, kanımı pompalayarak beni diri tutma çabasına girdi. Aniden yığılıp kalacağımı mı sandı ne! Henüz ölmediğimi ve öyle kolay teslim olmayacağımı anlayınca konuşmasını sürdürdü. İnsanların iki yüzlülüğünden, riyakarlığından, bencilliğinden, aymazlığından, benlik duygusundan, nemelazımcılığından şikayet etti. (Sanki ben etmiyormuşum gibi! Benim ne kadar yorgun ve yılgın olduğumdan haberi bile yok.)
Sesimi çıkarmadıkça iyice azıttı. Ağzına geleni söyledi. Bir süre sonra iş çığırından çıktı. Zehirli oklarını üstüme çevirdi. Susmayacağını anlayınca, haklı ve onurlu insanlar gibi karşısına dikilip konuşmaya başladım.” Asıl ben senden şikayetçiyim!..” diye gürledim. “Senin yüzünden sayısız acılar çektim. Senin yüzünden zamansız yaşlandım. Ağzımda dişim, gözümde ferim kalmadı. Senin sulu gözlülüğün, merhametin, acıma duygun yüzünden neler çektim, ne haksızlıklara uğradım biliyor musun? Senin yüzünden beynimle bile düşman oldum. Birinizin söylediğini, öbürünüz kabul etmedi. İkinizin arasında sıkışıp kaldım. Hanginizin yöneleceğimi, hanginizin peşinden gideceğimi şaşırdım.
Çoğu zaman sofraya koyduğum yemeği bile yedirmedin bana. Afrika’da açlıktan ölen çocukları, çöplükten ekmek toplayan insanları getirip gözümün önüne diktin? Kuru ekmeği dişsiz ağzında döndürüp duran yaşlı Gazinin görüntüsünü önüme sen koymadın mı? Açlıktan ağlayan yavrularını susturmaya çalışan annenin perişan halini, yalvaran gözlerini çivi gibi beynime sen çakmadın mı? Sokaklara terk edilen çocukları, yuvalarda sevgisiz büyüdükleri yetmezmiş gibi, bakıcıları tarafından işkence yapılan yavruların görüntülerini ayna gibi yüzüme sen tutmadın mı?.
Bir süre sonra birbirimize sarılıp barıştık. “Her şeye karşın yine seni seviyorum,” dedim. “Sen bana dürüstlüğü, doğruluğu, erdemli olmayı, onuru öğrettin. Kursağıma haram lokma girmedi. Kimseyi üzüp, bedduasını almadım. Kimselere boyun eğmedim. Çıkarım için kimselere yaltaklanmadım. Başım hep dik. Utanabileceğim bir geçmişim olmadı. Seninle yaşamayı seviyorum. İyi ki varsın,” deyince, göğsüme bir yumruk indirdi ve: “Bırak bu karamsarlığı, sana hiç yakışmıyor. Sen olmak istediğin gibisin. Yeryüzünde bunu başarabilen kaç insan var acaba biliyor musun?” diye sordu. “Ama o kadar didinmeme, insanları mutlu görmek için elimden geleni yapmama karşın, çok az dostum var biliyor musun?” dedim. Güldü ve: “Ne mutlu sana,” dedi. “Ya hiç arkadaşı olmayanlar ne yapsın?”
“Ben seninle başa çıkamayacağım yorgun yürek, hadi uyu,” deyip gözlerimi yumdum.
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
21 Temmuz 2006
GECE ÇÖKTÜ
Gece çöktü mü yeryüzüne, karanlığa karışan evlerdeki insanlar geliyor aklıma. Beyinlerini uyuşturan korkuyla titreyip, hangi köşeye sığınacaklarını şaşıran insanlar... Gözleri kan çanağına dönen, boğazları kuruyan, acılı bedenleri sıtmaya tutulmuş gibi titreyenler... İşte o an ben ben olmaktan çıkıyorum. Göz yaşlarım yüzümü yalayarak yol alıyor. Her an başlarına yağacak bomba ve adresini şaşıran füze korkusundan uyuyamayanlar gelip gözünün önüne oturuveriyorlar. O görüntüyü görmemek için parmaklarımı gözlerime bastırmam veya sıkıca yummam da kâr etmiyor. Görünmez bir el göz kapaklarımı aralayıp, zorla izlettiriyor sanki. Çığlıklar atarak dışarı fırlamak geliyor içimden. Gırtlağım parçalanıncaya kadar, çocuklara kıyanlara lanetler yağdırmak...
Sofradaki yemeği ailemle neşe içinde yerken bile, yüreğimin bir köşesi hep sızılar, yanar... Aç olanları düşünmeden edemem. Lokma boğazımı yumruk gibi tıkar. Yatak dar, geceler yıl gibi uzun gelir. Ülkesini kana bulayan zorbaların zulmünden habersiz meme diye ağlayan yavrular takılır aklıma. Masal dinelemeyen, doyuncaya kadar yemek yemeyen, oyuncakları olmayan, yalın ayak, kirli yüzlü ve boncuk gözlü çocuklar... Anne ve babasının neden ağladığı anlamayan masumlar…
Yokluk ve yoksullukla boğuştukları yetmezmiş gibi, başlarına yağan ateşten nasıl korunacağını bilemeyen korkulu gözleri düşünürüm. Bazen anne diye çığlık atan bir çocuğun sesini duymuş gibi irkilirim. Yavrularını yıkıntıların arasında arayan anne ve babanın gözlerindeki o anlatılmaz ifade takılır beynime? Gözlerimi badanalı tavana diker, öylece dalar giderim... Elim çatmaz, gücüm yetmez... Üzülmekten, kendimi harap etmekten başka bir şey yapamamanın çaresizliğiyle, saatlerce kıvranıp dururum.
Hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var diye düşünürüm hep. Doğada yaşayan hiçbir hayvan gereksiniminden fazlasını almaz. Karnı doyan yırtıcılar, avları gelip yanlarında dursa bile başlarını çevirip bakmazlar. İnsanlıktan nasibini almamış, açgözlü ve kendilerini dünyanın jandarması sanan ülkelerin yöneticileri, kendini savunmaktan aciz insanların evlerini başlarına yıkıp, yaşadıkları topraklardan kovuyorlar. Bu zorbalara ne dur diyen var, ne de sesini yükselten.
Amaç Ortadoğu’nun haritasını düşündükleri ve istedikleri gibi yeniden çizmek. Yer altı kaynakları bol olan ülkeleri bir bir ele geçirmek. İkinci dünya savaşından sonra yaşananları gözümüzün önüne getirerek, kendi kendimize soralım: Saldırılan, sürülen, yok etmeye çalışarak toplu mezarlara gömülen, cahilliklerinden yararlanıp birbirine kırdırılanların, dini ve etnik kökeni ne?
Bu soruya yanıt verebiliyorsanız, gerçeği görüyorsunuz demektir.
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
SESLİ KONUŞUN
Bugün kütüphanemdeki kitapları karıştırırken, genç yaşta yitirdiğimiz şair bir arkadaşın kitabı ilişti gözüme. Günlerce arayıp da bulamadığım kitap... Şairinin aramızdan sessizce ayrıldığı yetmiyormuş gibi, kitabı da göremeyeceğim yere saklanmış. Şairin adını duydunuz mu bilmiyorum. Öztürk Uğraş. Kars’ın Susuz ilçesine bağlı Çamçavuş köyünden. Fakir bir ailenin dokuz çocuğundan biriydi…
Her şeyi dün gibi anımsıyorum. Şehirde okuyan iki kardeş, bizim mahallede bir ev kiralamışlardı. Ev dediğim de bir odadan ibaretti. Bir yatak, bir tencere, bir gazocağı, birkaç tabak ve kaşıktan başka eşyası olmayan, izbe bir yer. Arada bir ders çalışma bahanesiyle onlara giderdim. İşin ilginç tarafı, yaşlarımız gibi isimlerimiz de aynıydı. Onun ağbisinin ismi Turgut, benim kardeşimin ismi de Öztürk. Hepimiz bir araya gelince gırgır şamata eksik olmazdı. Turgut tam bir fıkra ustası... Gülmekten karnımıza ağrılar girer, gözlerimizden süzülen yaşlar çenemize doğru yuvarlanırdı.
Okullar tatil olunca köye gitmezlerdi. Bulduğumuz her işte çalışır harçlıklarımızı, kitap ve defter paramızı biriktirirdik. Yapmadığımız iş yoktu. Düşük bir ücretle tepelerden ve yamaçlardan söktüğümüz kocaman taşları traktöre doldurarak getirip ev yapan insanların kapısına boşaltırdık. Sırtımıza aldığımız taşlar, bize tüy gibi hafif gelirdi. Bazen de hasat zamanı patosa tahıl atmaya veya traktörle sap getirmeye giderdik. Gece ay ışığında söylediğimiz türküler ve maniler yıldızlara kadar ulaşırdı. Hafta sonu paramızı alıp sinemaya veya Millet Bahçesi’nde bir sanatçı dinlemeye gittiğimizde ne yorgunluğu anımsardık, ne de uykusuzluğu.
Okul bitip her birimiz bir yere dağılınca, birbirimizi kaybettik... On sekiz yıl sonra adaşımla İzmir’de karşılaşmamız, tatlı bir tesadüften başka bir şey değildi. Birbirimize sarılarak ağlamamız, yanımızdan geçenleri de şaşkına çevirmişti. Öztürk’ün İstanbul da olduğunu ve bir şiir kitabı çıkardığını söyledi. Birkaç gün sonra kitap elime ulaştı. “Sesli Konuşun” ilk şiirinin ismini vermiş.
Girme zulmün gölgesine / koy cellat iplesin seni / teslim olma düşmana / öl dostların ansın seni/
Beni nereden tanıdığına, adresimi nereden bulduğuna şaşırıp biran duraksadım. Sonra telefona sarılıp yüzünü görmediğim, sesini duymadığım fakat yüzyıldır tanıyormuşum gibi hissettiğim ozanı aradım. Sekreteri bir işi için çıktığını ve iki saat sonra geleceğini söyledi. Adımı, nereden ve neden aradığımı söyleyip kapattım.
El attım yakasına dünyanın / umutla bakıyorum geleceğe / süngüye, kurşuna, iplere lanet / dokunmak gerek çiçeğe /
Eve gelinceye kadar şiirlerin çoğunu sindire sindire okudum... Yemek bile yemeden hepsini okuyup bitirmeye kararlıydım. Damağımda anlatılmaz tatlar bırakan, yüreğimi bir kuş gibi uçuran anlam yüklü dizeleri bir solukta bitirdim. Sayfaları çevirdikçe, içimden hiç bitmemesini diliyordum. Nihayet bitti... Tekrar başa dönüp kitapların ne zaman ve nerede basıldıklarına bakarken, birinin kapağında şairin cep telefonunun yazılı olduğunu gördüm.
Zulmün perdelendiği sazda / yanık türküler de çıkmaz
Hemen numarayı çevirdim. Kendimi tanıttıktan sonra, “Merhaba hemşerim” deyişi duydum... Sesinin renginden yüzünün aydınlandığını, gözlerinin parladığını hissettim. “Adresini sitenden aldım. Ankara’ya yolun düşerse mutlaka haberim olsun. Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorum.” dedi. Yakın bir zamanda görüşmek üzere vedalaştık.
Bugünkü yazıma değerli ozanın “Yokluğunda” adlı şiiriyle son vermek istiyorum. 02/09/06
Yokluğunda / buz tutar güneş / büzülür üşürüm / sokak lambaları söner / yıldızlar iner yere / it ulumaları duyulur / korkarım / gün akar sensizlikte / yel vurur / sakallarım ağarır / döner tanıyamazsın / değişirim / yokluğunda anam ağlar / kara bağlar yüreğim / ağlarım / sel akar gözlerimden / insandır / akar sudur / koşar tutamazsın / dağılırım /
* Toplumsal Dönüşüm Yayınları İstanbul -Mart 2005 2. baskı
** Ekin sanat yayınları Ankara - 1. basım Haziran 2006
GÜLBEYAZ HALA
Gülbeyaz, halamın adı. Ama adına aldanıp sütbeyazı bir kadın zannetmeyin. Rengi de bahtı gibi kara mı kara. Hem de kömür karası... Belki bahtı aydınlık olur diye koymuşlar o adı. Ne baht ama! Hiç çocuğu olmamış zavallının...
Yaşlı kocasıyla bir dama kapanıp kalmışlar. Ekeni, biçeni, eve beş kuruş getireni yok. Yıllardır görmüyorum. Nasıl göreceğim ki! Ben oralara gidemiyorum, o da buralara gelemiyor. En son gittiğimde yaşmağını ağzından açıp, susuzluğunu gidermek istercesine kana kana öptü, bağrına basıp sarıldı... Babamın kokusunu alırım umuduyla kokladım..
Dedemin hayatta kalan son çocuğu, babamın kutsal emaneti...
Nasırlı elleriyle yüzünü yalayan gözyaşlarını silip, bir çocuğu sever gibi kırlaşmış saçlarımı okşadı. Çabuk yaşlandığımı düşünerek üzüldüğü belliydi. Ben onun gözünde hâlâ o yazamaz çocuktum. Ellerini sıkıca kavradım ve zeytin karası gözlerine bakıp, gözbebeklerinde kendimi görerek gülümsedim...
Yemek yapma telaşına düşüşü gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Çaresizliğin verdiği üzüntü gözlerinden okunuyordu. Beslediği tavuklardan bir tanesini tutup getirerek kesmemi söyledi. Ne kadar direndiysem de dinletemedim. “Sana başka ne pişirebilirim oğul, tavuklarımdan ve yumurtalarımdan başka neyim var. Israr etme küserim,” değince kesmek zorunda kaldım. Tek geçim kaynağı tavuklarıydı. Otuza yakın tavuğu, on beş tane kazı vardı. Şekerini, çayını, sabununu, kısacası kendine gerekli olan her şeyi sattığı yumurtalarla karşılıyordu...
Evinde telefon olmadığı için komşusunu arayıp oraya çağırttım. Telefonu kulağına tutup sesimi tanır tanımaz ağlamaya başladı. “Ocağımızı söndürdüler hala gurban. Menim tavuklarımda ve gazlarımda hastalık yoğudu. Hastalığı duyduktan sonra onları dışarı bile salmadım. Hepsini torbalara doldurup, diri diri gömdüler oğul... Öyle yapacaklarını bilseydim, vermeden önce hepsini keserdim. Torbanın içinden gelen çığırtıları hâlâ gulaklarımda...” Gerisini getiremedi... Beynim karıncalandı, yüreğimin bamteli koptu...
Yüzyıllar önce Ortaasya’dan at sırtında, heybede gelen kümes hayvanlarının soyunu birkaç günde kuruttular... Çilli, paçalı tavuklar, başını dik tutup mağrur adımlarla yürüyen, yürürken doğadaki bütün renkleri tüylerinde barındıran horozların soyu tükendi. Bundan sonra köy evleri karıncaların, çekirgelerin, yılanların, akreplerin ve kertenkelelerin istilasına uğrayacak. Köy kadınları kaz tüyünden yastık yapamayacaklar artık. Yumurta ve beyaz et yiyemeyen çocuklar, bundan sonra sağlıklı beslenemeyecekler... Horozların sesini duymayan güneş, Çoban deresinden yükselip Angutyuvası’nın döşünü nasıl ağartacak? Horoz seslerinin duyulmadığı bir köy neye benzeyecek bilmiyorum.
Ortalık yatışıp Kuş Gribi unutulunca, fabrika civcivlerini köylülere kaça satacaklar acaba? O civcivler Doğu Anadolu’nun sert iklimine uyum sağlayacak mı? Yüzde birinin bile yaşayacağını sanmıyorum.
Gülbeyaz Halam yeterli tavuk ve kaz sayısına ulaşmak için, yüzlercesini satın alamayacağına göre ne yapacak, nasıl geçinecek efendiler?
Turgut Erbek
Çağdaş Kars Haber Gazetesi
İnsanı insanlığından utandıracak olaylarla karşılaşınca elimiz ayağımız soğuyor. Ne okuduğumuzu anlıyoruz, ne de yazmak istediğimizi yazabiliyoruz. Gazetelerin birçoğunda, 17 aylık bir bebeye tecavüz eden yaratıkların haberini mutlaka okumuşsunuzdur. Bu insanın beynini zorlayacak, aklını ve mantığını altüst edecek bir olay. Bize neler oluyor, nereye gidiyoruz?
Dünya, freni patlayan araba gibi... Nereye gideceği, nasıl duracağı belli değil. İyilerin ve kötülerin ayrımını yapmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Eşimizi, kardeşimizi bile tanıyamaz hale geldik. İyi dediğimiz insanların gerçek yüzlerini görünce beynimiz isyan ediyor. Gerçeği kabullenmekte zorlanır olduk. Kendimize olan güvenimiz de sarsıldı. Bu hale nasıl geldik? Toplumdaki bu çürümeyi durdurmanın bir olanağı yok mu? Dallas dizisiyle başlayarak Türk ailesinin içine yerleştirdikleri bomba, tüm ülkeyi yerle bir etmek üzere... Ne saygı kaldı, ne de sevgi. Eşler bile birbirlerine tahammül edemez hale geldiler. Çekirdek aile meyve vermiyor arık. Ev dedikleri çatının altında yaşayanlar birbirilerine yabancılaştılar. Birbirlerini anlamaz ve anlaşamaz hale geldiler.
Evlatlar baba ve annelerini, anne babalar ise çocuklarını acımadan öldürür oldu. Toplum olarak cinnet geçiriyoruz.Bu değişimin adını ne koyarsak koyalım, ama bize yaramadığı bir gerçek. Değişim bilgiyle, kültürle, çağdaşlıkla daha iyiye ve güzele gitmektir. Oysa bizde öyle mi? Değişim diye atılan adımlar bizi bataklığa sürüklüyor, aile yapımızı darmadağın ediyor. Çağdaşlık adına yaptığımız saçmalıklar, yüz yıllar önce örülen kale duvarlarını bile yıktı. Sığınacak bir yerimiz, tutunacak bir dalımız kalmadı. Dört yanımıza pislik çukurları kazılmış. Adım attığımız an batıyoruz.
“Bugün yine karamsarlığı üzerinde” diye düşünebilirsiniz. Doğrudur. Nasıl karamsar olmayayım. İnanın ben yarınlardan umudumu tamamen kestim. Televizyonlardaki haberleri dinleyip, gazeteleri okuyunca yaşadığımız dünyayı ne kadar rezil ve berbat bir hale getirdiklerini görüp de üzülmemek elde değil. Türk toplumunun düştüğü bu durumu görmezden gelenleri Allah affetsin. Saf ve temiz vatandaşlarımızı kandırarak topladıkları paraları yiyenler, ortalarda gerinerek geziyorlar. Bazıları ise, olayı zaman aşımına uğratıp pisliğin üzerini kapatma telaşındalar. Birey olarak yapacaklarımız ne derece etkili olur bilmiyorum. Toplum olarak silkinip bu uykudan uyanmak ve ülkeyi kasıp kavuran olumsuzluklardan kurtulmak olası mı, onu da bilmiyorum. Neresinden tutarsak elimizde kalacak bir çürümüşlüğün tam ortasındayız.
Mehmet Yaşın; ”Ne kadar küçük bu dünya, neresine bassan çığlıklar yükseliyor,” demiş. Günümüzde ise “Ne kadar çürümüş bu dünya, neresine bassan pis kokular yükseliyor,” demek gerekiyor. 01.11.06
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
SIRDAŞIM AY
Ay çocukluğumdaki ay mı, emin değilim. O zamanki bakış açım, hakkındaki düşüncelerim ve bilgilerim farklıydı. Şimdi ise bambaşka... Onunla konuştuğum, dertlerimi, sevinçlerimi ve acılarımı paylaştığım gelir aklıma. Masallar ülkesine yapacağım yolculukları sadece ona anlatmıştım.
Dün gibi anımsıyorum. İki gün sonrası şeker bayramıydı. Tepemden kayıp giden yıldızı görünce dilekler tutmuş, kendim için neler istediğimi söylemiştim. Beyaz naylon ayakkabı, bir de kadife pantolon. Babama ise, tahıllarımızı harmana getirebilmesi için araba. Üç gün arayla kızamıktan ölen kardeşlerimin cennete gitmesi, anamın daha fazla ağlamaması...
Aradan bir yıl bile geçmeden, dileklerimin hepsi yerine gelmişti. Çocuk aklımla o yıldızın marifeti sanıyordum. Oysa babamın araba almak için aylarca köyün yeni yapılmakta olan okuluna kum çektiğini biliyordum, çünkü ben de yardım etmiştim. Ama bunu bilmeme karşın, yine de yıldızlardan vazgeçmezdim. Onlar benim uğurumdu. Onlardan başkası bana ve aileme yardım edemez sanırdım. Kayan yıldız göremeyince ayla sohbete başlardım. İnsanları mutlu etmek için elimden geleni yapacağıma dair söz verirdim. Çocuk yüreğimle ovalara sığmayacak, dağları aşacak düşlerim vardı.
Yaşadığım kentte gördüğüm ay, sanki beni tanımış gibi tepemde gülümseyince başımı yere eyerim. Neleri başarıp, neleri başaramadığımı soramaması için gözlerimi kaçırırım. Tüm insanları mutlu etmek, hepsinin derdine çare bulmak için gücümün yetmeyeceğini sırdaşım aya nasıl söyleyebilirim ki. 06.11.06
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetes
YOLLAR
Yollar... Kimilerini kavuşturan, kimilerini de sevdiklerinden ayıran yollar. Yumak gibi sarıp bitiremediğimiz yollar. Parke taşı döşeli, ziftli, çamurlu ve taşlı yollar... Bir dere kenarında suyun sesiyle yürüyüp, kuş cıvıltılarıyla tükettiğimiz yollar. Atın nal sesleriyle toza boğduğumuz, motor gürültüleriyle sarsıp, tekerlek izleriyle karnını yardığımız yollar...
Bazı canlıları canından bezdiren yollar. Bazen gözümüzde büyüyen, bazen bir adımda aşacakmışız gibi görünen yollar. Ülkeleri ve kentleri birbirine bağlayan yollar. Üstündekinin dinini, dilini, ırkını ve cinsiyetini sormayan yollar. Bazen sonsuza kadar uzanan, bazen çıkmaza giden yollar. Tarih boyunca zaferlere ve yenilgilere şahit olan yollar. Yaşamımız boyunca çiğnediklerimiz... Sizlere kızsam mı, övgüler mi yağdırsam bilemiyorum.
Ben yolları üçe ayırıyorum. Kavuşturan, ayıran ve bir de gidip de dönülmesi olanaksız olan yol. İlk ikisinin çaresi vardır ama sonuncusunun yok. Dönülmeyen yola herkes bir gün mutlaka girecek. Bugüne kadar hiçbir canlı bundan kaçamadı. O yola giren hiçbir canlı da geriye dönemedi. Önemli olan o yola çıkmadan insanların gönlünde taht kurmak, anılacak iyi şeyler yapmak. Yolun alamayacağı kadar kalabalığı peşimize takmak.
Dünya malının dünyada kalacağını bilenler, yüreği insan sevgisiyle dolu olanlardır. Komşusu aç yatarken, yatağında kıvrananlardır. Yemeği boğazına düğümlenenlerdir. Verdikleri sözün arkasında duranlardır. Mazlumu zalime ezdirmeyenlerdir. Ezileni savunanlar, acıları ve sevinçleri paylaşanlardır. Dönülmez yola çıkmadan önce, mutlaka kendimizle hesaplaşmalıyız diye düşünüyorum. Yaşamımızı gözümüzün önüne getirip, eylemlerimizin ve söylemlerimizin bir bilançosunu yapmamız gerekiyor.
Milyonlarca yıla meydan okuyan kayalar bile sonunda ufalanıp toprak olurken, kendimizi ölümsüz sanmamız cahilliğimizin bir göstergesidir? O cahillik ki, insanı insanlığından utandırır. O cahillik ki, bizi başka bir yaratığa dönüştürür. Bazıları kısacık ömürlerine, yüzlerce yıl yaşacak şeyler sığdırabiliyorlar. İşte, işin özü burada. Ölümsüzlük dediğimiz şey de o. Yeryüzünde bunu başarabilenlerin sayısı o kadar az ki.
Bugünkü yazıma şair Can Yücel’in bir şiiriyle son vermek istiyorum.
Ölüm bu ara çok oldun sen / ortalığı kırıp geçirdin / dostlara taktın, gençlere taktın kancayı... / kendim için söylemiyorum, yanlış anlama, bak! / nasıl olsa benim miyadım doldu / ama sen de bokunu çıkardın işin / Bir süre ara ver işgüzarlığına / tek dur biraz / ne dersin tam maaşla emekliliğe / İşsizlik sigortası da veririm istersen...
Dönülmez yola çıkanlar, uğurlar olsun. 12.11.06
Turgut ERBEK / Kars Haber Gazetesi
SEN HASTASIN
Doktor arkadaşımın muayenehanesine girdiğimde, dostlarla sohbet ediyordu. Beni görünce gülümseyerek ayağa kalktı
“ İyi insan lafının üstüne gelir derler. Bizde senden söz ediyorduk, ” dedi.
“ Hayırdır inşallah, ” deyip gülümsedim.
“ Sen hastasın. ”
“Şair, ölüm her yaşta erkendir, demiş. Gerçekten de henüz erken. Buna hazır değilim. Yarım kalan projelerim var. Düşünü kurduğum birkaç şeyi hayata geçirmeyi başaramadım,” dedim içimden. “Biran önce aklımı başıma toplamalı, eve gidince alacaklarımı ve borçlarımı bir kenara yazmalıyım. Gerçi alacaklarımın üstüne çizik çekeli çok oldu ya...”
“Daldın gittin, ne düşünüyorsun?” diye sordu arkadaşım.
“Öldükten sonra geride bırakacağım borçları.”
“Ne ölmesi, sen aklını mı oynattın?”
“Az önce, çaresiz bir hastalığa yakalandığımı söylemedin mi?"
Kahkahalarla gülmeye başlayınca sinirlerim bozuldu. Arkadaşım kendini toparlayarak:
“Hay Allah, beni yanlış anladın,” dedi. “Tahlil sonuçların temiz çıktı, çok sağlıklısın.“
Derin bir nefes alıp, koltuğa yayıldım.O gülerek konuşmasını sürdürdü:
“Sende başkalarını mutlu etme hastalığı var. Herkesi düşünmekten kendini unutuyorsun. Yaptıklarının değeri bilinse canım yanmaz. Yardım ettiğini sandığın insanların, arkanı döndüğün anda neler söylediklerini bir duysan. Herkese yardımcı olacağını, dertlerine çare bulacağını sanıyorsan yanılıyorsun. Bırak herkes kendi sorunu kendisi çözsün. Sana hayret ediyorum doğrusu. Başkalarını mutlu etmek için harcadığın zamanın birazını kendine ayır ve yaşamaya bak. Hayat çok kısa.”
“Ama bu saatten sonra değişmem,” dedim gülümseyerek.
Arkadaşım mı haklı, ben mi bilemiyorum...
Turgut Erbek / Kuzeyanadolu Gazetesi
BENZER YÜREKLER
Geçenlerde bir dostla sohbet ediyorduk. İkimiz de insanlardan, dost dediklerimizden, acıma duygumuzdan, merhametli yüreğimizden dertli mi dertliydik. Birbirimize anlattıkça açıldık, açıldıkça biraz olsun rahatladık. Gözlerimizin rengini, yüzümüzün aldığı biçimi, dudaklarımızın hareketlerini; sesimizin ahengini hissetmeden yüzlerce kilometre uzaktan yazışıp durduk...
Yüreği aynı şeyler için çarpan insanların sohbeti de uzun mu uzun oluyor. Onun anlattıkları bana, benim anlattıklarım ise ona yabancı gelmedi. Bazen içimizden geldiği için “ooff “ çektik, bazen gülümsediğimizi öteki görecekmiş gibi cama sırıtıp durduk. Yaptıklarımızla, parmaklarımıza hükmeden beynimizle ve yüreğimizle birbirimize ne kadar çok benzediğimizi anlamamız uzun sürmedi.
İyi niyetli, merhametli, yardımsever, dost canlısı olmanın enayilik sayıldığı bir ortamda yaşadığımızı bilmiyormuş gibi, neden hala nehrin tersine kürek çektiğimizi de bilmiyorum.. Kime yarandığımız, kimin yarasını sardığımız da belli değil. Sardığımız yaralardan daha fazlasını yüreğimize açtığımızı hiç düşünmüyoruz. Sahip olduklarımızı vererek rahatlayacağımızı mı sanıyoruz ne? Sayfalar dolusu sohbet edip, geçim sıkıntısından yakındık.
“Boş ver be arkadaşım. Biz buyuz ve asla değişemeyiz. Atinalı Timon’u oku” dedi ve ekledi.
Bu sarı köle Din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi;
Hayran eder herkesi kocamış cüzamlıya;
Hırsızlara yer, senatörlere kürsüde
Ün, şan, saygınlık kazandırır;
Odur geçkin dullara yeniden koca bulan;
...Gel lanetli maden.
Orta malı o.......u insanlığın.
Altın, sarı, göz kamaştırıcı, değerli altın!
Bunun şu kadarı, karayı ak, çirkini güzel,
Eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit yapar.
...Ah tanrılar nedir bu?
Niçin bu Rahiplerinizi, uşaklarınızı yanınızdan kaçırır;
Çeker güçlü insanların yastıklarını başlarının altından;
Bu sarı köle...
“Neden yüreğin benimkine benziyor?” diye sordum, yanıt beklerken elektrik kesildi.
Bir süre kararmış ekrana baktıktan sonra kalkıp dışarı çıktım..
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
BEYAZ ZULÜM
Beyaz saflığın, temizliğin, dürüstlüğün ve iyi niyetin sembolü... Kış ayları gelince doğa beyaz, pürüzsüz bir örtüye bürünür. Bazı tatilcilere, günlerin kayak yaparak i geçiren tuzu kurulara göre bu bulunmaz bir nimet, bazılarına göre ise hayatı zehir eden beyaz bir zulüm.
Türkiye yalnızca İstanbul’dan ibaretmiş gibi, bütün televizyon kanalları saatlerce orayı gösteriyor, döne döne aynı haberi veriyorlar. Doğu Anadolu’da yaşan insanları, köylerinde okul olmadığı için aylarca dondurucu soğukta yürüyerek komşu köye, ilçeye giderken yollarda donup ölen körpe yavruları anlatan yok. Bu kimin umurunda! Doğudaki hastanelerin birçoğunda doktor, köylerinde ise sağlık ocağı yok. Okulu olan bazı köylerde ise öğretmen açığı var ama görmezden geliyorlar. Çünkü bizim medyamız oraları görmek ve göstermek istemiyor. Bizim medyamız reyting, pastadan büyük dilim kapma peşinde. Kanalları istila eden birbirinden farksız ve birçoğu kültürümüze, aile yapımızı ters düşen programlarla başlayıp, onlarla bitiriyorlar.
Eski günleri anımsıyorum da, yani televizyon yayınlarının olmadığı, radyonun ise bazı evlerde olduğu yılları. Ne güzel günlerdi onlar. Tezek sobasının tatlı sıcağıyla gevşeyen yorgun ve yılgın bedenler minderlere yayılır, buharı tüten tavşankanı çaylar yudumlanarak anlatılacak bir masal heyecanla beklenirdi. Bugünkü kuşak konuşmayı bile unutmuş. Çünkü birbirleriyle konuşmuyor, bir şeyleri paylaşmıyorlar. Günlük konuşmaları beş on sözcüğü geçmiyor. O masallar, halk ozanlarının anlattığı destanlar bizim sözlü edebiyatımızı temel direğiydi. Şimdi öyle mi? Robot gibi gözünü televizyon ekranına dikenler, ocakta yemeğini unutanlar, ahırdaki hayvanın yemini vermeyi geciktirenler, sırtlarına yapışmış karınları ve açlıktan guruldayan mideleriyle bilmeyerek bu programları yapanlara iyilik ediyor, onların daha rahat yaşamalarına ve de göbeklerini şişirmelerine yardımcı oluyorlar.
Altı ay kar altında kalan bölgeler, aylarca hastalarını hastaneye, en yakın kente ulaştıramayanlar hiçbir zaman gündeme gelmezler nedense. Medya patronları, kendilerine ‘aydın!’ diyen kalemşorlar, oralarda insanlar yaşamıyormuş gibi sırça saraylarında rahatlar. Gündemi değiştirmek için birbirleriyle takışır, insanların dikkatini başka şeylere yönlendirmek için yarışırlar.
Görsel medya patronları allayıp pulladıkları programlarla evlerde huzursuzluk çıkarmayı, cahil insanları birbirine düşürmeyi başarıyorlar. Çünkü bunlar sömürü sisteminin vazgeçilmez bir kuralı. Onları oyalamadıkları zaman, boş kalacaklarını ve düşünmeye başlayacaklarını çok iyi biliyorlar. Düşünmek çok tehlikeli bir silahtır. Düşünürse yaşadıklarının bir kader olmadığını anlayacak, nedenini niçinini sorgulamaya başlayacaklar korkusu, nasır bağlamış yüreklerinin bir köşesinde saklıdır hep.
İşleri güçleri, kim kimin altına yatmış, kim kiminle çıkmış, kim ne giymiş, kim ne zaman kiminle çıkacak... Ekranın altından akan bantta ise, ‘baykuş yaz 000’a gönder, melodisi cebinize gelsin’ türünde yazılar gördükçe kan beynime sıçrıyor. İnsanlarımızın ne kadar cahil olduklarını çok iyi biliyorlar. O melodi cebine gelse ne olur, gelmese ne olur? Yüzyıllar boyu bu kesimi farklı şekillerde sömürdükleri, ezdikleri horladıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de gözlerinin içini baka baka, ceplerindeki paraları çalıyorlar. Ama bu hırsızlara, bu yüzsüzlere, bu kanı bozuklara dur diyen yok.
Varoşlarda yaşayan insanlar aç, çıplak, işsiz, ilaçsız, yakacaksız... Bir poşet yiyecek yardımı alabilmek için saatlerce soğukta titreşen çocukları, yaşlıları gördükçe gözyaşlarıma, titreyen dudaklarıma sözüm geçmiyor. Boğazıma bir şeyler düğümlenip, soluğumu kesiyor. Bunun sonu nereye varacak? Buna bir çare bulunamadığı takdirde, varoşlarda yaşayan açlar ordusunun kent merkezine inerek yağmaya başlamalarını kaçınılmaz görünüyor. Bunun bilincinde olanlar var mı acaba? ‘Aç it fırın yıkar’ sözünün anlamını bilen var mı?
Kim ne düşünürse düşünsün, kim ne söylerse söylesin, kar yağdığı gün benim içimden ağlamak geliyor. Neden mi? Evsizleri, işsizleri, yakacağı olmayanları, okula gidebilmek için saatlerce yırtık lastiklerle yürüyen öğrencileri, yalın ayak gezen sokak çocuklarını, köşe başlarında bir lokma ekmek için el açanları, donmuş parmakları, soğuktan kızarmış kulakları, burnunun ucuna gelen sümükleriyle ayakkabı boyayan, simit, mendil, çiklet satan çocukları düşünüyorum. Düşündükse kahroluyorum, kahroldukça isyan ediyorum, isyan ettikçe inançlarımı yitiriyorum, inançlarımı yitirdikçe insanlıktan uzaklaşıyorum.
Gelin, bu beyaz zulüm ortalığı kaplamışken, birilerine el uzatalım, yardımcı olalım. Bu hiç de zor değil. Bu amansız, ağzından salyalar akıtan sırtlanlar gibi avını bekleyen kış aylarında, çaresiz insanları mutlu etmek için çaba sarf edelim. Birilerini sevindirelim, yüzlerini güldürelim, paylaşalım, çoğalalım...
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
Bayramlık diye alınan kadife pantolonları, rugan gibi ayağımızda parlayan lastik ayakkabıları ve yüreğimizi saran tarifsiz sevinçleri... Akşam olunca biran önce yatağa girip uyumak ve tepenin ardında parlayıp, dilini pencereden içeri uzatarak yüzümüzü yalayan güneşle birlikte yerimizden fırlamak isterdik. Her ne hikmetse öyle gecelerde bir türlü uyuyamazdım. İpin bir ucundan ben asılırdım, diğer ucundan ise gitmek bilmeyen karanlık. Kısık, isli gaz lambasının zor aydınlattığı tavanda saymadığım tahta bırakmazdım...
EN İYİ ÖĞRETMEN
Birkaç gündür gazeteler doğuya eğitim kampüsleri, üniversiteler kurulacağını ve en iyi öğretmenlerin oralara gönderileceğini yazıp duruyorlar. Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Doğramacı’nın 01 Haziran Perşembe günü Milliyet Gazetesi’nde bir açıklaması vardı:
“Türkiye’nin en iyi öğretmenlerini doğuya götüreceğiz. Ankara ve İstanbul’daki en iyi öğretmenler kapı gibi gidecekler oraya! (ne demekse) Ankara’nın batısında iyi okullar ve öğretmenler var. Doğuda yok. Ülkenin öteki yarısında da neden olmasın...” diyerek devam ediyor.
Günaydın beyleeeer! diye bağırmak geçiyor içimden. Seksen küsur yıldır aklınız neredeydi? Şimdiye kadar Doğu ve Güneydoğu değince kılınız kıpırdamıyordu. Başınıza Avrupa mı düştü?!
Bazıları beğenmese de, ben Doğu ve Güneydoğu’da görev yapan öğretmenlerin de batıdakiler kadar iyi olduklarına inanıyorum. Aksini söyleyenler köyde lojman olmadığı için ahırlarda yatmak zorunda kalan öğretmenlerin, hemşirelerin sorunlarını bilmiyorlar. Oralarda görev yapanlar dağ gibi sorunlarla baş etmekten yılıp, haklı olarak batıya kaçma çabasındalar. Bugüne kadar doktorların, öğretmelerinin, polislerin, hakimlerin, savcıların, hemşirelerin ve kısacası her meslekten mezun olanların ilk görev yerleri doğu ve güneydoğu illeri olmadı mı?
Öğrencilikten yeni kurtulmuş öğretmenler, öğrencilerin karşısında bildiklerini de unutuyorlar. Derse nasıl başlayacağını düşünerek heyecanlanıp, karatahtanın önünde titreyen öğretmenler gördük. Yetmişli yıllarda lisedeyken, matematik öğretmenimizin emekli olmasından sonra göreve yeni başlayan öğretmenin bana bir şey veremediği gibi, bildiklerimi de unutturduğunu dün gibi anımsıyorum. Yıllardır o yörelerde yokluk ve olanaksızlıklarla boğuşarak okuyanları, özel okullarda ve de özel dersler alarak liseyi bitirenlerle aynı sınava sokup, sonra da en başarısız iller diyerek Doğu ve Güneydoğu illerini ard arda sıralamadılar mı?
İstedikleri kadar üniversite kurup, başlarını duvarlara vurarak günah çıkarsınlar, o öğrenciler mezun oldukları zaman çalışabilecekleri iş yoksa aldıkları eğitimin hiçbir önemi yok. Bugün sokaklar, kahvehaneler üniversite mezunlarıyla dolu. Üniversiteli hamal yaratmakla iyilik yapacaklarını sınıyorlarsa buyursunlar.
Her şeyden önce o illerdeki işsizlik sorununun çözülmesi gerekiyor. Toprak reformu gerekiyor. Köylüyü köyünden kovan ağa sistemini ortadan kaldıramadığınız, fabrika kuracaklara kolaylık sağlayarak teşvik etmediğiniz, yollarını yapmadığınız, suyunu getirmediğiniz, göçü önlemediğiniz sürece o insanlar size güvenmeyecekler.
O temellerin Avrupa’ya şirin görünmek amacıyla atılmayacağına, yıllarca bir çivi çakılmadan öylece kalmayacağına halkı inandırmalısınız. O yörenin insanları, sökülerek TBMM’ne götüren sayısız temeller gördüler.
05.06.2006
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
NEREYE GİDİYORUZ
Varıp kapılarınıza / mimlenenlerin resimlerini / asacaklar / yatırıp erkeğinizin / iman tahtasına / süngü / ya da dipçik dayayacaklar / sesli konuşun korkuyorlar /
O saf ve kabına sığmayan Anadolu çocuğunun, kent yaşamından bunaldığını bu şiiriyle anlıyoruz.
Gel yanı başıma otur / gurbet ciğerlerimi çürütmüş benim / yemlik suları iyi gelir dediler / sen de dersin / ***
Beni en çok etkileyen şiiri Kars için yazdığıdır. Seksenli yıllarda gazeteler, Kars’ın elli milyara satılığa çıkarıldığını yazıyordu. Hepimizi derinden etkileyen o haber, Öztürk’ün dizelerine farklı şekilde yansımış. Şiir çok uzun ve dört bölümden oluşuyor.
Elli milyara satılan şehrim / anam avradım olsun ki / seni gözyaşımın rengi gibi severim/ ilkyaz çiçeklerinden / yada Rus Saldatlarının / kirli destanlarından söz edelim mi / sen benim yüreğimin toprak bütünlüğüsün /
Seni unutmak mümkün mü Öztürk Uğraş. İçini güzel dizelerle doldurup, bizlere bıraktığın kitaplarınla sen zaten ölümsüzlüğe ulaştın.07.08.06
Turgut Erbek / Kars Haber Gazetesi
GİRME ZULMÜN GÖLGESİNE
01 Eylül Cuma günü işyerimdeki posta kutusuna baktığımda, adıma gelmiş bir paket buldum. Odama çıktıktan sonra paketi özenli açtım. İçinden iki şiir kitabı çıktı. Gözlerime inanamadım. Adını duyduğum, şiirlerini zevkle okuduğum, fakat hiç tanışmadığım bir şair tarafından gönderilmişti. Hem de adıma imzalanmış olarak. Şairin adı Ömer Öneren (Hukukçu). İsmini okur okumaz, “Gidersem Ağlama” adlı şiirini anımsadım. Ümit Kaftancıoğlu’nu anlatan bir yazımda kullanmıştım...
Bıraksalardı / bir bıraksalard bizi/kör kayannın gözünü/gül dikerdik bir dizi/
*Kale Değil ki kuşatılsın yüreğim adlı kitabını: “Mum yanar çevresini aydınlatır, biz yanarız yandığımız yanımıza kalır.” **Ve yırtık resmileri de güzeldi menekşelerin adlı kitabını ise: “Bir sanat edebiyat ustasına kitap imzalamanın mutluğunu yaşıyorum” diye imzalamış. Derin bir nefes alıp, kitaplardan birinin sayfalarını özenle çevirdim. Her biri beni yüreğimden yaralayan dizelerle dolu. Okudukça şairinin bana ne kadar benzediğini, ortak duygularımızı anlattığını söylememe gerek yok sanırım. Anadolu’nun bereketli toprağında yetişen usta bir ozan... O güzel dizeler şairinin duruşuyla, sesiyle, kokusuyla nasıl da uyum sağlamış... Yazdıkları kişiliğinin aynası. Şiirlere kendimi öylesine kaptırdım ki, zarfın üstüne basılan kaşeyi fark etmem hayli geç oldu.